Cherreads

Chapter 2 - Bölüm 2 – Yaşam Puanı

Yusuf, apartman kapısından çıktığında sabah güneşi cepheye çarpmış, yüzünü aydınlatmıştı. Ama bu sıcaklık gerçek değildi. Gökyüzü maviye boyanmıştı belki, ama Yusuf, o maviliğin içinde ne kadar çok yapay uydu, sensör, veri balonu olduğunu biliyordu. Havadaki oksijen oranı bile sistem tarafından ayarlanıyordu. Hava temizdi, çünkü öyle görünmesi gerekiyordu. Her şey, öyle "hissedilmesi" için tasarlanmıştı. Göz yanılgısı, beden konforu, zihin kandırması. Sol bileğinde takılı olan biyometrik cihaz sabahın ilk raporunu gösterdi: Yaşam Puanı: 84 Sosyal Uyum: Stabil (–) Paylaşım Etkisi: Düşük Geri Bildirim: Olumsuz Gönderi x1 (dün gece 03:12) Yusuf ekrana birkaç saniye baktı. Uyurken bir şey olmuştu. Biri onun dün yaptığı bir paylaşımı olumsuz puanlamıştı. Belki bir sözcük, belki bir mimik, belki de sadece bir düşünce yüzünden. Sistem, sadece kelimeleri değil, yüz ifadelerini de puanlıyordu. Kamera seni izlerken içini de görmeye çalışırdı. Gözlerinin içine kadar. Caddede yürümeye başladı. Herkes bilekliklerine ya da gözlüklerine gömülmüştü. Sanki bir tiyatro oynanıyor, ama herkes kendi sahnesindeydi. Kimse birbirine bakmıyor, kimse gerçekten yürümüyor gibiydi. Adımlar bile sistemle senkronizeydi. Kalabalık, canlı değildi. Koordine bir sessizlikti. İstatistikti. Yusuf bir ekranın önünde durdu. Ekranda "Günün Uyum Modeli" seçilmişti. Bir kadın: Yaşam Puanı 97.8, Geri Bildirim oranı %99.1, Sosyal Yükseliş Ödülü almış. Parlıyordu. Ama yüzünde bir şey eksikti. Gülüşü bir çizim gibi. Statik. Ruhsuz. Yusuf bu ekrana ne kadar çok bakarsa, o kadar çok soğuyordu içeriden. Eskiden bu puanları yükseltmeye çalışırdı. Herkes gibi. Günlük olumlu yorumlar bırakır, içerik paylaşır, onay alırdı. Ama artık sadece bakıyordu. Katılmadan. Dahil olmadan. Birden bileğindeki cihaz hafifçe titreşti. Yeni bir bildirim geldi: "Merhaba Yusuf. 84 sabit puanla sistem içinde kalmaya devam ediyorsun. Daha yüksek uyum için şu içerikleri paylaşabilirsin." Altında öneriler: – Gülümseme videosu çek – Günlük minnettarlık postu – "Merkez'e güveniyorum" etiketiyle paylaşım yap Yusuf ekranı kapattı. Cihazı sıktı. Ama kırmadı. Çünkü kırmak suçtu. Fiziksel şiddet, dijital ortamlarda bile cezalandırılırdı. Niyetin bile tespit edilirdi. Derin nefes aldı. Sakin olmalıydı. Bu daha başlangıçtı. Caddeden devam etti. Kameralar döndü, sensörler ısısını okudu, veri akışı profiline işlenmeye devam etti. O ise tüm bu akışta sadece bir noktaydı. Ama bu nokta artık uyanıyordu.

 

Bir kavşağa geldiğinde kalabalığın ritmini daha net hissetti. İnsanlar belirli bir aralıkla yürüyor, belli duruşlarla konuşuyor, belli mimiklerle gülümsüyordu. "Doğallık" adı verilen şey çoktan programlanmıştı. Sistem, sokaklardaki yüzleri filtreliyordu. Her gülümsemenin açısı, her göz temasının süresi veriye dönüşüyordu. Ve insanlar da bunu biliyordu. Çünkü onlar da izleyiciydi. Ve izlendiklerini bilmek, davranışı değiştirirdi. Bir çocuk annesinin elini tutmuş yürüyordu. Yaşaması gereken bir özgürlük vardı ellerinde, ama yoktu. Kadının gözlüğü aktifti; büyük ihtimalle çocuğun davranışlarını anlık puanlayan bir uygulama çalıştırıyordu. Eğer çocuk kaldırımdan taşa bastıysa, sistem "riskli yönelim" diye etiketleyebilirdi. Eğer ağladıysa, "duygusal dengesizlik" notu düşerdi. Yani annesi onunla ilgilenmiyor gibi görünse de, aslında tam da bu yüzden ilgileniyordu. O da sisteme çalışıyordu. Yusuf bir adım geri çekildi. Bu sahne her gün oluyordu ama bu sabah başka görünmüştü. Detaylar daha keskin, daha rahatsız ediciydi. Çünkü artık sadece bakmıyor, görüyordu. Yüzeyin altındaki şeyi. Gerçeği. Belki de bu yüzden yaşam puanı düşüyordu. Düşünmek, sorgulamak, sistemin gözünde "uyumsuzluk potansiyeli"ydi. Yanından geçen bir adam aniden durdu. Bileğindeki cihazı kontrol etti, sonra Yusuf'a baktı. Göz teması birkaç saniye sürdü. Çok uzundu. Sisteme göre bu, "potansiyel sosyal sürtünme"ydi. Ama adam bir şey demedi. Sadece başını eğip yoluna devam etti. Yusuf o bakışta bir şey sezmişti. Bir boşluk. Belki de onun gibi düşünen biri. Belki sistemin şüphe tohumlarını ektiği başka biri. Ama konuşamazlardı. Konuşmak riskti. Sessizlik, burada en güvenli dil hâline gelmişti. Bir bankta oturdu. Ekranını açtı. Sosyal etkileşim paneli hâlâ uyarı veriyordu: "Son 48 saatte olumlu paylaşım yapmadınız. Sistem içi görünürlüğünüz azalmaktadır. Sosyal erime süreci başlatıldı." Bu terimi daha önce duymuştu ama sadece başkaları için. "Sosyal erime," insanların yavaş yavaş dijital görünmezliğe itilmesi demekti. Ekranlarda çıkmazsın, içeriklerin önerilmez, seni kimse fark etmez. Dijital ölüm gibi bir şeydi. Varlığın, sadece veri olarak kalır. Ama seni kimse görmez. Çünkü sistem seni görmediğinde, başkaları da göremezdi. Yusuf'un içi sıkıştı. Herkesin önünde, açık havada boğuluyor gibiydi. Ama kimse farkında değildi. İnsanlar yürümeye, gülümsemeye, uyum göstermeye devam ediyordu. O ise, farkında olduğu her şeyi içinden söküp atmak istiyordu. Birden bileğindeki cihazda yeni bir simge belirdi. Bu, sistemden değil, bilinmeyen bir kaynaktandı. Göz şeklinde bir ikon, kırmızı renkte. Altında tek bir kelime yazıyordu: "Karanlığı Gör."

 

Göz ikonu hâlâ ekrandaydı. Yusuf parmağını simgeye dokundurmadı. Sadece baktı. Kırmızıydı; sistemin uyarı renklerinden farklı bir ton. Daha sıcak, daha kişisel. Ürpertici ama tanıdık. Sanki içeriden gelen bir şeydi. Sanki bu sinyal dışarıdan değil, kendi içinden gönderilmişti. Sistem onun dikkatini ölçüyordu, bunu biliyordu. Tepki verme süresi, göz bebeği büyümesi, terleme... Hepsi birer veri setiydi. Bir simgeye ne kadar uzun süre bakıldığı bile niyet okumasına dönüşebilirdi. Bu yüzden Yusuf, hiçbir şey yapmamayı seçti. En azından görünürde. Ama zihni çalışıyordu. "Karanlığı gör" ne demekti? Bu, bir davet miydi? Yoksa bir tuzak mı? Belki de sistem, onu provoke etmek istiyordu. Uyumsuzluk sınırını test ediyordu. Belki bu bir virüs simülasyonuydu. Veya... belki de dışardan bir temastı. Gerçek bir direnişin ilk kırıntısıydı. Karanlık, burada düşman değil, rehber olabilirdi. Cihazı kapatmadı. Simgeyi ekranın bir köşesinde açık bıraktı. Sanki onu gözlemliyor gibi duran bir göz... ama bu kez sistemin değil. Yusuf, başını kaldırıp etrafına baktı. Her şey normaldi. Fazla normal. Hatta rahatsız edici ölçüde. Kalabalık, ekranlara gömülmüş; konuşmalar algoritmaların izin verdiği konular etrafında dönüyordu. Gündem: "Yeni algoritma güncellemesi ile daha etik dijital davranışlar mümkün mü?" Tam da sistemin seveceği bir konu. Bir adam yaklaştı. Yusuf'un hemen yanındaki bankta oturdu. Yaşlı sayılmazdı, ama giyimi modadan çok sapmıştı. Dikkat çekiciydi — bu sistem için bir uyarıydı. Sessizce Yusuf'a doğru döndü. Göz göze gelmediler. Ama adam cebinden bir şey çıkardı. Küçük, kâğıt gibi bir şey. Kâğıt artık neredeyse hiç kullanılmazdı. Her şey dijitaldi. O yüzden bu, bir sinyaldi. Adam, elindekini yere düşürür gibi yaptı. Sonra hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktı ve uzaklaştı. Yusuf, birkaç saniye bekledi. Etrafı kontrol etti. Kamera yönleri, yüz tarayıcıların açık olup olmadığı… Her şey rutin görünüyordu. Ama yine de risk büyüktü. Eğildi. Yerde duran şey, dijital olmayan eski bir not kâğıdıydı. Katlanmıştı. Açtı. İçinde sadece üç kelime vardı: "SENİ GÖRÜYORUZ, YUSUF." Kağıt titriyordu. Belki kendi elleri titriyordu. Çünkü bu cümle, ona sistemin dışından yazılmış gibiydi. İçinde 'biz' geçen ilk mesajdı. Yalnız olmadığını söyleyen ilk işaret. İlk defa, sistemin gözünden değil, bir insanın gözünden izlendiğini hissetti. Ve bu... hem korkunçtu. Hem de umut vericiydi.

 

Yusuf, avucundaki kâğıt parçasına son bir kez daha baktı. "SENİ GÖRÜYORUZ, YUSUF." Kağıdın varlığı bile başlı başına bir isyandı. Sistem, fiziksel objeleri severdi ama yalnızca kendi izin verdiği ölçüde. Denetlenebilir olanı. Dijital iz taşımayan bir ileti, doğrudan tehdit sınıfına girerdi. Bu yüzden bu kâğıt, Yusuf'un elinde yalnızca bir mesaj değil; aynı zamanda bir suçtu. Etrafındaki dünyanın sesi azalmış gibiydi. İnsanların ayak sesleri bile daha sığ, daha uzaktan geliyordu. Sanki sistem, onun duyularını kısmıştı. Belki bir yalıtım protokolü devreye alınmıştı. "Tehlike sınırında davranış" verisi, geçici izleme moduna geçiriyordu bireyi. Dışsal veri akışı, sahte huzur yaratmak için baskılanabilirdi. Yusuf bunu daha önce okumuştu. Ama ilk kez içindeydi. Cebine kâğıdı yerleştirdi. Doğrudan göz kontağından kaçındı. Bu noktadan sonra yapacağı her hareket, hem sistemin hem bu bilinmeyen "göz"ün dikkatini çekecekti. Artık izlenen yalnızca sistem tarafından değil, başka biri — ya da birileri — tarafından da izleniyordu. İçinden bir ses, neredeyse fısıldadı: "Belki de sonunda doğru bir tehdit altındasın." Bu cümle, Yusuf'un içindeki ikinci sesin daha netleştiği ilk andı. Öncesinde uğultu gibi gelen bu varlık, şimdi cümle kuruyordu. Tonunda öfke yoktu ama bir sertlik vardı. Bilinçli bir itiş. Yusuf, bu sesi bastırmak yerine dinlemeye karar verdi. Cihazını açtı. Kırmızı göz ikonu hâlâ ekrandaydı. Ama bu kez yanına yeni bir kelime gelmişti: "Hazır mısın?" Sistemden gelmiyordu. Font farkı, simgenin konumu, arka planın rengi... Yusuf'un zihni hemen ayrımı yapmıştı. Bu bir dış müdahaleydi. Ama güvenilir mi? Bunu bilmenin bir yolu yoktu. Çünkü sistem, şüpheyi azaltmak için değil, büyütmek için tasarlanmıştı. Her karar, bir riskti. Her risk, veri olarak sınıflanırdı. Ama bazen veriler yanılırdı. Bazen içgüdü, algoritmanın önüne geçebilirdi. Göz ikonu yavaşça yanıp sönmeye başladı. Sistem harekete geçmeden önce karar verilmeliydi. Yusuf, başını kaldırdı. Karşı kaldırımda, birkaç yüz metre ötede biri duruyordu. Yüzü seçilemiyordu. Ama Yusuf, onun ona baktığını biliyordu. Çünkü o duruş, kalabalıktan farklıydı. Duruşunda bir mesaj vardı: "Evet, ben de seni görüyorum."

Karşı kaldırımdaki figür hareketsizdi. Kalabalığın akışı onun etrafından kıvrılıyor, insanlar istemsizce mesafe koyuyordu. Sanki sistem bile o kişiye yaklaşılmamasını öneriyordu. Ya da insanlar, yaklaşmamaları gerektiğini içgüdüsel olarak hissediyordu. Yusuf için bu bir sinyaldi. Belirsizlik, artık yalnızca zihninde değildi. Şehre sızmıştı. Elini ceketinin cebine götürdü, kağıdı kontrol etti. Oradaydı. "SENİ GÖRÜYORUZ" cümlesi bir tehditten çok, tanıklığa dönüşmüştü. Şimdi o cümle, bir bağ gibi hissediliyordu. Kırılgan ama kopmamış. Yusuf'un yalnızlığı artık tamamen bireysel değildi. Başka bir zihnin de onu fark ettiğini bilmek, zihnindeki karanlığa küçük bir çatlak atmıştı. Bilek cihazı bu kez daha sert titreşti. Ekran kendiliğinden açıldı: "UYARI: Şüpheli davranış algılandı. Sosyal stabilitenizi koruyunuz. Sistem izlemektedir." Yusuf refleksle cihazı kapatmak istedi ama ekran yanıt vermedi. Ses açıldı. "Göz kontağını kesiniz. Toplumsal uyum protokolü devrede." Bu cümle... doğrudan onu hedef alıyordu. Sistem, karşı kaldırımdaki o kişiyi tanımlamıştı. Ve şimdi Yusuf'un bu kişiye olan dikkatini kesmesini istiyordu. Bu artık sadece bir izleme değil, bir müdahaleydi. Yusuf ilk kez tereddüt etti. Daha önce sistemin emirlerini sorgulamıştı, ama şimdi doğrudan çiğnemek üzereydi. Ve bunu yaparsa, puanı düşecekti. Takip artacaktı. Belki de anında gözaltı birimleri devreye sokulacaktı. Ama o hâlâ bakıyordu. Karşı kaldırımdaki figür, yavaşça başını eğdi. Sonra döndü ve kalabalığın içine karıştı. Arkasında bir iz bırakmadan. Yusuf ayağa kalktı. Bilek cihazı tekrar titreşti. "Direnç algılandı. Uyum puanı -3. Şu anki yaşam puanı: 81." Cümleler ekranın üstünde kayarken, bir anda görüntü dondu. Tüm arayüz karardı. Sonra sadece bir kelime belirdi. O kırmızı göz ikonunun altında: "Takip etme. Gözlerinin değil, kararlarının seni izlemesine izin ver." Yusuf'un zihninde zaman yavaşladı. Bu artık sadece bir mesaj değildi. Bir meydan okumaydı. Sistem izliyor, ama biri daha izliyordu. Ve biri, ona sistemin dışında da bir gerçeklik olduğunu fısıldıyordu. Sırtını dönmedi. Geri dönmedi. Sadece yürümeye başladı. Kafasında tek bir cümle yankılanıyordu: "Ya sistemin bir parçasısındır… …ya da onu içinden kıracak kişisin."

 

Yusuf yürüdükçe şehir eski haline dönmeye çalışıyordu. Sistem, yaşananları silmeye çabalıyor gibiydi. Ekranlar yeniden renklenmişti. "Günün pozitif içerik üreticileri" döngüsel şekilde sunuluyordu. Reklamlar, sakinleştirici tonlarda ilerliyordu: daha fazla uyum, daha iyi sağlık, daha güçlü gelecek... Hepsi aynı cümle yapısıyla, aynı görsellerle. Ama Yusuf'un içindeki dünya çoktan değişmişti. Kalabalığın içinde yürürken her yüz, bir maske gibi görünmeye başladı. Gülümseyen insanlar, aslında susan sistem ajanları gibiydi. Her dokunuş, her göz kırpması, her yürüyüş ritmi; sistemin tasarladığı gibi. Yusuf, adımlarını kasten yavaşlattı. Sistemin onu takip etmesine izin verdi. Kaçmadı. Çünkü artık gizlenmek değil, görmek istiyordu. Gözlemlemek, fark etmek ve hatırlamak. Kısa bir süre sonra kamusal etkileşim alanı olan VeriHane'nin önüne geldi. Burası, herkesin günlük düşüncelerini, görüntülerini ya da katkılarını paylaştığı bir "topluluk merkezi" gibiydi. Resmî adı öyleydi en azından. Aslında burası, sistemin doğrudan veri topladığı, bireyin kendini denetlemeye zorlandığı bir yansıtma salonuydu. İçeri girerken bir tarama yaptı bileklik. Metalik ses yankılandı: "Kayıt aktif. Uyum değerlendirmesi başladı." Yusuf içeri girdi. Salon neredeyse boştu. Yalnızca birkaç kişi ekrana bakıyordu. Bazıları konuşuyordu ama söyledikleri şeyler çok tanıdıktı: — "Bu sabah güneş ne güzel doğdu." — "Merkez sayesinde huzurluyuz." — "Uyumlu hissetmek ne güzel." Yusuf bir terminale yaklaştı. Önünde bir ekran vardı, kamera açıktı. Sistem, bir düşünce paylaşmasını istiyordu. Herkesten istiyordu. Bu, zorunlu katılım olmayan ama zorunlu hale gelen bir tören gibiydi. Sessizce oturdu. Ekran yanıp söndü: "Bugünkü duygunuzu bir kelimeyle anlatın." Yusuf düşündü. Birden fazla kelime vardı aklında: boğulmuş, sahte, çürümüş... Ama hiçbirini yazmadı. Gözlerini ekranın kamerasına dikti. Başını hafifçe yana eğdi. Ve sonra sadece bir kelime yazdı: "Gözetleniyorum." Ekran bir an durdu. Sonra titreşti. Sistem analiz yapıyordu. Bu kelimeyi sınıflandırmaya çalışıyordu. Şaka mıydı, ironi mi, ciddiyet mi? Ama Yusuf'un yüz ifadesi çok ciddiydi. Ve sistemin bunu sevmediği belliydi. Ekranda uyarı belirdi: "Bu paylaşım, duygu veritabanında negatif olarak işaretlenmiştir. Lütfen uyumlu içerikler üretmeye özen gösterin." Yusuf gülümsedi. Belki hayatında ilk kez sistemin uyarısını umursamadı. Çünkü artık duyguları puanlara göre değil, gerçekliğe göre ifade etmeye karar vermişti. Etrafına baktı. Ekranların üstünde kendisini gösteren küçük bir portre belirmişti. Altında yaşam puanı hâlâ 81 görünüyordu. Ama onun içindeki değer... artmıştı.

 

Yusuf VeriHane'den çıktığında, havanın tonu değişmiş gibiydi. Güneş aynıydı, ama ışığı farklıydı. Soğuktu. Hissedilir derecede. Belki de sadece Yusuf öyle hissediyordu. Çünkü sistemin mimarisi, fiziksel gerçekliği olduğu kadar zihinsel algıyı da yönetiyordu. Yürümeye devam etti. Kalabalığın içindeydi ama kendini izole bir kutuda gibi hissediyordu. Kimse ona doğrudan bakmıyordu. Herkes, kendi dünyasında, sistemin onayladığı roller içinde hareket ediyordu. Ama Yusuf, artık o rolü terk etmişti. Bu yüzden sistem sessizdi. Bu, fırtına öncesi bir sessizlikti. Ceza hemen gelmezdi. Önce beklenirdi. Sistem her zaman sabırla avlanırdı. Hedefin kendi ayağıyla tuzağa yürüdüğünden emin olmak isterdi. Sol bileğinde cihaz bir kez daha titredi. Bu sefer yeni bir simge vardı. Ne kırmızı göz, ne de resmi bir uyarı. Sade bir çember. İçinde kısa bir mesaj: "Yalnız mısın?" Yusuf durdu. Etrafına baktı. İnsanlar vardı, çokça. Ama hiçbiri ona ait değildi. Bu mesaj, retorik bir soruydu. Belki de testti. Ya da yeni bir temas. Geri dönüp VeriHane'nin kapısına baktı. Cam yansımasında kendi siluetini gördü. Arka planda yürüyen onlarca kişiyle birlikte. Ama o, duruyordu. Onlar aktı, o kaldı. İleride, alışveriş ekranlarının olduğu bir meydana çıktı. Renkli görseller dönerken aniden ekranlardan biri karardı. Sadece birkaç saniye. Diğer ekranlar çalışırken sadece biri kapandı. Sonra ekranda beyaz renkte bir cümle belirdi: "BİZ VARIZ." Kimse fark etmedi. Çünkü kimse o ekrana bakmıyordu. Ama Yusuf gördü. Yalnızca o an orada olan, yalnızca onu izleyen biri gibi. Sistem, o ekrana müdahale etti mi bilinmez. Çünkü mesaj sadece üç saniye kaldı. Sonra reklam geri döndü: "Yüksek uyum = Yüksek yaşam!" Yusuf derin bir nefes aldı. Bu ikinci mesajdı. Kâğıtla başlayan zincir, şimdi şehir ekranlarına taşmıştı. Bu, küçük bir grup olabilir miydi? Direnişçiler? Hack'lenmiş bir yapay zeka kırığı? Belki sadece biri. Belki Nisanur. O ismi düşündüğünde kalbi hızlandı. Henüz adını bile tam anımsayamadığı bir hatıra gibi parladı zihninde. Gözlerinde bir kesit: kan, bir bağırış, bir karanlık... ve sonra sessizlik. Nisanur ismi, zihninde bir çağrıydı. Bastırılmış, ama unutulmamış. Tam o sırada, arkasında bir hareket oldu. Hafif bir dokunuş. Refleksle döndü ama kimse yoktu. Kalabalığın içinde, sıradan bir akış. Ama o an Yusuf bir şey fark etti: Ceketinin cebine biri tekrar bir şey bırakmıştı. Elini attı. Bu kez bir kâğıt değil, çok daha küçük, neredeyse görünmez bir şeydi. Mikro-veri diski. Eski model. Sistem dışı veri depolama birimi. Diskin üstünde bir kelime kazılıydı: "HATIRLA."

 

Yusuf diski avucunun içine aldı. Ağırlığı yoktu. Ama zihninde bıraktığı baskı fazlaydı. Bu kadar küçük bir şeyin bu kadar büyük bir tehdit oluşturması, ancak sistemin kontrol takıntısıyla mümkündü. Mikro-veri diskleri yıllar önce kullanım dışı bırakılmıştı. Gerekçe, "veri bütünlüğünün sağlanamaması"ydı. Gerçekteyse, sistem tarafından denetlenememeleri yüzünden yasaklanmışlardı. Diskin üzerinde yazan kelime hâlâ avucunda titreşiyor gibiydi: HATIRLA. Ama neyi? Ne hatırlaması gerekiyordu? Yusuf'un belleği düzgün çalışıyordu. Öyle düşünüyordu. Ama ya sistemin kurduğu hatırlama, aslında seçilmiş bir versiyondan ibaretse? Ya geçmiş denilen şey, hafızaya yüklenmiş steril bir hikâyeyse? Yakındaki bir veri terminaline yöneldi. Bu tür cihazlar artık yalnızca sistem onaylı veri akışları için kullanılıyordu, ama Yusuf'un elindeki eski tip disk, manuel giriş noktalarına uyumlu olabilirdi. Terminalin alt kısmındaki eski bir port kapağını dikkatle açtı. İçeride küçük, tozlu bir yuva hâlâ duruyordu. Takmadan önce etrafa baktı. Gözetim kameralarının yönü sabit gibiydi. Kalabalık normaldi. Ama Yusuf alışmıştı; sistem her zaman gözünün önünde değil, arkasındaydı. Diski yuvaya yerleştirdi. Bir anda ekran karardı. Tüm terminal kilitlendi. Ardından sessiz bir titreşim başladı. Görüntü gelmeden önce bir cümle belirdi: "Bu veri, sisteme ait değildir." Sonra görüntü yavaşça açıldı. Karanlık bir odada çekilmiş, düşük çözünürlüklü, bulanık bir video. Görüntüde biri vardı. Yüzü gölgede kalıyordu ama sesi netti. Kadın sesi. Kararlı. Sert. Tanıdık. "Yusuf… Eğer bu diski görüyorsan, sistemden bir anlığına sıyrılmayı başardın demektir. Sana geçmişini unutturdular. Bu onların en büyük silahıydı. Seni 'sen' olmaktan çıkarmak. Ama hâlâ içinde bir şey kaldı. Yok edemedikleri bir parça. O parçaya ulaşman gerek. Aksi hâlde seni tamamen geri alacaklar." Yusuf'un boğazı kurudu. Ekrandaki görüntü dalgalandı. Kadın kameraya biraz daha yaklaştı. Bu kez yüz hatları biraz daha belirginleşti. Gözlerinde bir şey vardı. Sertlik değildi sadece; tanıma arayışı da vardı. Sanki ondan bir cevap bekliyordu. "Beni tanımıyor olabilirsin. Ama ben seni biliyorum. Adını söylediklerinde ilk ben karşı çıktım. Seni sisteme vermemeliydik. Ama çok geçti…" Görüntü aniden kesildi. Ekranda tekrar siyah bir fon çıktı. Son bir mesaj yavaşça belirdi: "Hatırlarsan… seni bulacağız." Yusuf'un elleri terlemişti. Nefesi düzensizleşti. Ekran yeniden sistem arayüzüne döndü. Ama artık çok geçti. Görmüştü. Duygularının altına gömülen bir şey harekete geçmişti. Ve en korkuncu... O sesi tanımıştı. Kadının adı zihnine yavaşça geri döndü: Nisanur.

İsim, zihninde bir çiviyi yerinden oynattı. Sanki yıllardır üzerine beton dökülmüş bir şey, ilk defa çatladı. Yusuf, terminalin başında donmuştu. Kalabalık, onun etrafından akıp gidiyordu. Ama o yerinden kıpırdayamıyordu. Beyni geçmişe, vücudu şimdiye çakılmış gibiydi. "Nisanur seni sisteme vermemeliydik" Bu cümle yankılanıyordu içinde. Onu kim vermişti? Ve neden? Bu sistem, herkes için aynıydı; ama belli ki Yusuf için daha fazlasıydı. Belki de o, sadece bir vatandaş değil, bir anahtardı. Belki hatırladıkça, sistemdeki bazı parolalar da çözülmeye başlayacaktı. Elini yavaşça cebine götürdü, kâğıdı yokladı. Diski çıkardı, avucunun içinde tuttu. İçinde hâlâ ısı var gibiydi. Sanki canlı bir şey taşımıştı ona. Ama ne yapacağını bilmiyordu. Soru çoktu. Cevaplar parçalıydı. Ve en kötüsü, artık içindeki iki ses daha da yükseliyordu. Biri fısıldıyordu: "Git, daha fazla öğren." Diğeri ise daha keskin konuşuyordu: "Dur. Ne kadar az bilirsen o kadar uzun yaşarsın." Bu çatışma Yusuf'u sersemletiyordu. Ama seçmesi gerekiyordu. Bu, yalnızca sistemle değil, kendisiyle savaşıydı. Tam o anda, bileğindeki cihazdan yüksek frekanslı bir bip sesi geldi. Ekran parladı. "ZİHİN İZLEME MODÜLÜ: AKTİF." Yusuf irkildi. Bu modül, yalnızca sistemin zihinsel anomaliler tespit ettiğinde devreye girerdi. Düşünce desenleri, duygusal dalgalanmalar, iç çatışmalar... Hepsi artık kaydediliyordu. Bu sistem için yalnızca bir uyarı değil, bir önleme süreciydi. Gerektiğinde 'silinebilirdi'. Sistem onu fark etmişti. Ekranda ikinci bir satır belirdi: "Stabilite için pozitif bir içerik üretin." Yusuf başını çevirdi. En yakın ekranın kamerasına baktı. Göz bebekleri sabitti. Yüz kasları gerilmişti. Pozitiflik üretmek için sistemin beklediği tek şey, sahte bir gülümsemeydi. Yusuf bunu yapmadı. Sadece yavaşça ekranın karşısında mırıldandı: "Ben hatırlıyorum." Ekran bir anlığına titredi. Kamera dondu. Sanki sistem şaşırmıştı. Bu cümleyi, bu şekilde duymamıştı belki de. Çünkü sistem hafızayı kontrol edebilirdi — ama inancı ölçemezdi. Kalabalığın arasına karıştı. Bu kez hızlı yürümeye başladı. Kafasında tek bir şey vardı: Nisanur. Bu ismin taşıdığı yükü, anlamını, tehdidini bilmiyordu. Ama hissediyordu. O isimde bir yangın vardı. Ve Yusuf, bu yangına doğru yürümek üzereydi.

 

Yusuf adımlarını hızlandırdıkça, şehir yavaşlıyordu. Kalabalık aynıydı, sesler aynıydı, ama bir şeyler değişmişti. Belki de ilk defa kendisi dışında bir şey değil, her şey ona bakıyordu. Ekranlar hızla içerik döngüsünü değiştirdi. Renkli kampanyalar yerini uyarılara bıraktı: "İç disiplin önemlidir." "Kendi düşünceniz, sistem dışıysa yalnızlıktır." "Gözünüzü ayırmayın. MERKEZ sizinledir." Bu cümleler... daha önce de vardı. Ama ilk defa Yusuf onları gerçekten okuyordu. İlk defa tehdit gibi hissediliyordu. Ve belki de bu yüzden ilk defa anlamlıydı. Çünkü şimdi onun üzerinde çalışıyorlardı. Bir kavşağa geldi. Normalde soldaki yaya geçidi, güneye giden en kısa rota olurdu. Ama bugün, yol kapalıydı. Sistem bunu bildirmişti. Küçük ekranlarda "yapısal bakım" ibaresi vardı. Yusuf yavaşlamadı. Bariyerleri aştı. Kamera onu kaydetti. Bilek cihazı titreşti. "İzin dışı alan ihlali. Uyum puanı -2." Yeni puanı: 79 Ama umurunda değildi. Yusuf sokağın köşesinden dönünce, bir an için şehir sesi kesildi. Ara sokak, sistemin sesinden soyutlanmış gibiydi. Bu, sessizlik değil; dikkat boşluğuydu. Sistem burayı ya unutmuştu, ya da önemsemiyordu. Belki de bilinçli bir göz yummaydı. Ama Yusuf bir şey fark etti: duvarların üzerindeki grafitiler. Bu artık nadir bir şeydi. Sistem tüm sokak sanatını "gürültü verisi" sayıp silmişti. Ama buradakiler kalmıştı. Bir duvarda şu yazıyordu: "Nisanur hâlâ hayatta." Yusuf geri adım attı. Elini duvara uzattı. Boya taze sayılmazdı. Ama silinmemişti. Sistem bunu görmemiş olamazdı. O zaman... görmezden gelmişti. Bu bir tuzak olabilir miydi? Yoksa bir iz? İç sesi yeniden konuştu: "Buraya seni yönlendirdiler. Şimdi karar senin." Arka cebinden mikro-diskin boş kabını çıkardı. İçindeki veri artık terminal tarafından yutulmuştu. Ama Yusuf, bilginin bir parçasını zihnine kazımıştı. "Hatırla" demişti kadın. Şimdi bu kelime, bir rota haline gelmişti. Yusuf, duvarın köşesinden içeri doğru yürümeye başladı. Sokak daha da daralıyordu. Işık azalıyordu. Ama içinde bir ışık yanıyordu. Belki bu... karanlığı görmenin ilk adımıydı. O sırada, arkasındaki tüm ışıklar kapandı. Sokak sessizleşti. Bir ekran dondu. Ve bir cümle belirdi: "Yusuf, çok geçmeden bir seçim yapman gerekecek."

 

Yusuf duvarların arasından ilerlerken adımlarının sesi bile yankılanmıyordu. Sistemden uzaklaştıkça kendi içine yaklaşıyordu sanki. Gökyüzü dar bir şerit hâlinde yukarıdan bakıyordu. Ama o yukarı değil, içine bakıyordu artık. Nisanur. Bu isim, zihninde sadece bir insanı değil, bir çatlağı simgeliyordu. Sadece bir hatıra değil, bir suç yeriydi. Ve o suç yerinde, hâlâ kan vardı. İlk ses fısıldadı: "Onu korumaya çalıştın." İkinci ses gürledi: "Hayır. Sen onu terk ettin." Yusuf durdu. Birden nefesi sıklaştı. Kalp ritmi düzensizleşti. Ellerini dizlerine koyarak derin nefes aldı. Boş bir merdiven taşına oturdu. İçindeki iki ses, artık ayrı düşünceler değildi. Kendi bilinci içinde iki farklı Yusuf oluşuyordu. Ve her biri diğerine düşmandı. İlk ses tekrar konuştu, yumuşak ama baskılıydı: "Nisanur senin suçun değil. Onu sen kaybetmedin." İkinci ses hemen atladı: "Ama kurtarmadın da. Hatırlıyorsun, değil mi? Sadece seyrettin." Yusuf başını kaldırdı. Gökyüzü donuktu. Boş ve gri. Kendi zihni kadar bulanıktı. Gözlerini kapattığında görüntü bir anda parladı. Ani bir kesit belirdi zihninde. Karanlık bir oda. İçeride bağıran bir kadın. Kapının arkasında bekleyen biri. Yusuf. Ve… kıpırdamayan elleri. Ses tekrar geldi: "Koşabilirdin. Ama seçmedin. Hatırlamak istemiyorsun çünkü bu seni mahveder." Yusuf gözlerini açtı. Ter içinde kalmıştı. Parmakları titriyordu. Bu sadece geçmiş değildi. Bu, onun bugünkü şekliydi. Nisanur hâlâ yaşıyor muydu, bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı: O geceden beri, kendisini affetmemişti. Ve sistem bunu biliyordu. O yüzden yaşam puanı düşüyordu. O yüzden sensörler onu izliyordu. Çünkü artık algoritmalar değil, vicdanı işlemeye başlamıştı. Sistem, vicdanı ölçemezdi. Bu yüzden korkardı. Birden bilek cihazı devreye girdi. Bu sefer sesli mesajla: "Zihinsel sapma oranı kritik eşikte. Lütfen pozitif bir içerik üretin. Sistem sizinle." Yusuf yavaşça doğruldu. Kameraya baktı. Ve kısık sesle söyledi: "Siz benimle değilsiniz. Ben bile kendimle değilim." Sokaktan çıkarken arkasındaki ekran çatırdadı. Sistem bu cümleyi kaydetti. Ama anlamadı. Anlamlandıramadı. Çünkü Yusuf artık veriyle değil, pişmanlıkla çalışıyordu. Ve pişmanlık... şifrelere sığmazdı.

 

Yusuf yürümüyordu artık, sürükleniyordu. Şehrin sesleri boğuklaşmıştı. Etraftaki ekranlar onu fark ediyor ama hiçbir mesaj göndermiyordu. Bu sessizlik, sistemin geri çekildiği bir alan değildi. Bu, onun zihnindeki savaşın dışa yansımasıydı. Kendini bir duvarın dibine bıraktı. Göğsü inip kalkarken bile acı hissediyordu. Ama bu acı fiziksel değildi. Hafızanın derinliklerinden, bilinçaltına bastırılmış bir şey kabarıyordu. Gözlerini kapadı. Ve sonra… Görüntüler parladı. Bir koridor. Dar. Işıklar titriyor. Arka planda bir alarm sesi var ama kesik kesik. Yusuf koşuyor. Ağır, korkulu adımlarla. Elleri terli. Omuzları sarsılıyor. Kapıya ulaşıyor. Kapı kapalı. Kapının ardında bir kadın var. Bağırıyor: "Yusuf, lütfen… Aç! Lütfen, Yusuf!" Yusuf kapının önünde duruyor. Titriyor. Ellerini kapıya koyuyor ama açmıyor. Arkasından başka bir ses geliyor: "Oraya girersen sistem seni siler." Bu ses… sistemin değil. Bir erkek. Tanıdık biri. Belki bir gözetmen, belki bir emir veren. Yusuf başını iki yana sallıyor. Kadının çığlıkları kesiliyor. Kapının altından duman geliyor. Kırmızı ışık yanıp sönmeye başlıyor. Yangın. Ya da temizlik operasyonu. Yusuf geri adım atıyor. Gözlerinde yaş yok. Çünkü hâlâ çözümleyemediği bir şey var: "Ben neden açmadım o kapıyı?" Görüntü bir anda kararıyor. Yusuf, gerçek zamana geri dönüyor. Nefesi düzensiz. Gözleri açık ama görmüyor. Elleriyle beton zemini yokluyor. Ve bir kelime dökülüyor dudaklarından: "Nisanur." İç sesi fısıldıyor: "Onu orada bıraktın." Diğeri ise bağırıyor: "Hayır! Bırakmadım. Emir verdiler. Zorladılar. Korkuttular." Ama o sesler Yusuf'un savunması için değil, yıkımı için konuşuyor gibiydi. Çünkü hangisi doğru bilmiyordu. Sadece sonuç belliydi: O, o kapıyı açmamıştı. Ve o kapının ardında biri yanmıştı. Sistem bunu asla silmemişti. Sadece Yusuf'un bilincinden gizlemişti. Bir cümle beyninde yankılandı: "Unutmak, hatırlamaktan daha tehlikeli olabilir." Yusuf, yavaşça yerden kalktı. Artık kim olduğunu tam bilmiyordu. Ama neyi kaybettiğini hissetmeye başlamıştı. Ve bu his, onu yaşatıyordu.

 

Ayakta duruyordu. Bedeninin alıştığı ritmin dışında, zihni kendi yolunu çiziyordu artık. Sistem, onun içinde hâlâ konuşuyordu — ama Yusuf o sesi kısmayı öğrenmişti. Kendi içindeki diğer sese yer açmak için. Sokaktan çıkıp ana meydana doğru yürümeye başladı. Bu, sistemin en çok izlediği yerdi. Tüm büyük ekranlar, sensör kuleleri ve sosyal puan istasyonları burada konuşlanmıştı. Normalde insanlar bu alanda dikkatli davranırdı. İzinli davranışlar, yüksek etkileşimli yüz ifadeleri, sistem onaylı jestler… Ama Yusuf'un yüzünde hiçbir ifade yoktu. Yalnızca kararlılık. Meydandaki dev ekrana baktı. Reklam akıyordu. "MERKEZ ile güvenli yarınlar." Yusuf cebinden küçük, eski bir fotoğraf çıkardı. Kimsenin görmediği, sistemin henüz fark etmediği bir şeydi bu. Fotoğrafta üç kişi vardı: bir adam, bir kadın ve ortada Yusuf. Çocukken. Bu görüntü sisteme yüklenmemişti. Yusuf bunu hatırlamıyordu; ama cebine nasıl geçtiğini de bilmiyordu. Belki veri diskinin içinden çıkmıştı. Belki o kadının —Nisanur'un— bıraktığı izdi bu. Fotoğrafı havaya kaldırdı. Kameraların görebileceği şekilde. Gözlerini büyük ekrana dikti. Ve bağırmadı. Ama konuştu. Net, sakin ve tehditkâr bir tonda: "Benim hafızam size ait değil." Bileğindeki cihaz anında tepki verdi. Kırmızı ışık yandı. "İç tehdit analizi başlatıldı. Uyum puanı -8." Yeni puanı: 71 Ekranlar dondu. Reklam durdu. Büyük ekranda yeni bir cümle belirdi: "MERKEZ her şeyi görür." Yusuf başını kaldırdı. "Her şeyi gören, anlayamaz." dedi. Sistem, ilk defa cevap vermedi. İşte bu... daha korkunçtu. Çünkü bu, bir tür hazırlıktı. Meydan bir anlığına sessizleşti. Kalabalık yavaşladı. İnsanlar sistemin komutlarıyla geri çekildi. Yusuf'un etrafında görünmez bir boşluk oluştu. Bir çember. Göz temasından kaçınan yüzler. Onaylamayan ama sessiz kalan kalabalıklar. O an Yusuf anladı: Sistem ona karşılık vermiyordu çünkü artık onu izlemiyordu. İşaretlemişti. İç sesi tekrar konuştu: "Kaçmak istersen şimdi son şansın." Ama Yusuf başını iki yana salladı. "Artık kaçmak istemiyorum. Hatırlamak istiyorum." Sistem, hafızayı kontrol edebilirdi. Ama yüzleşmeyi değil. Ve Yusuf, artık kapının diğer tarafında beklemeyecekti. Girecekti.

 

Meydanın ışıkları bir anda sönmedi, sadece soldu. Sesler azalmadı, bastırıldı. İnsanlar hareket etmeye devam ediyordu ama yüzleri boştu. Yusuf'un bakışlarının içine düşmemek için kaçan, programlanmış gözlerle ilerliyorlardı. Sistem, etrafı durdurmamıştı — yalnızca Yusuf için gerçeği yamultmuştu. Bileğindeki cihaz yeniden aktifleşti. Bu sefer ekran açılmadı. Ses geldi. MERKEZ'in sesi değildi. Daha mekanik, daha insan taklidi bir tonla konuşuyordu: "Kullanıcı zihinsel stabilitesini yitirme sürecine girdi. Müdahale protokolü: SIMÜLASYON-AKTİF." Yusuf'un göz bebekleri aniden genişledi. Bir baş dönmesi. Gökyüzü bir saniyeliğine dalgalandı. Zemin esnedi. İç sesleri sustu. Sonra görüntü değişti. Kendini bir sınıfta buldu. Eski bir okul sırası. Tahta sandalye. Güneş ışığı camdan içeri düşüyor. Tahtada öğretmenin yazısı: "Gelecekte kim olmak istiyorsun?" Yanında çocuklar var. Gülüşüyorlar. Bir kız çocuğu, önündeki deftere bir şeyler çiziyor. Nisanur. Küçük. 8-9 yaşlarında. Yusuf da aynı yaşta. Ama bu doğru değil. Bu sahne olmamıştı. Hatırlamıyor. Ya da hatırlaması isteniyor. Gözlerini kapatıyor. Görüntü kayıyor. Sınıf bir anda boşalıyor. Masalar devriliyor. Çocuk sesleri yerini tiz bir çığlığa bırakıyor. Bir siluet beliriyor kapının eşiğinde. Siyah kıyafetli bir adam. Yüzü yok. Ama konuşuyor: "Seni izliyoruz Yusuf. Nerede yanlış yaptığını hatırlamaya çalış. Ama dikkatli ol... bazı hatıralar zehirlidir." Yusuf geri çekiliyor. Elini uzatıyor, bir şeylere tutunmak istiyor. Ama sınıf çözülüyor. Masa, zemin, duvar — hepsi piksel piksel dağılmaya başlıyor. Sistem onu simülasyon içine aldı. Bu, bir hatırlatma değil. Bir kırma girişimi. Gerçeği bulanıklaştırmak. Hafızayı yeniden yazmak. Bastırılmış duyguları sahte görüntülerle örtmek. Ama Yusuf bu sefer farkında. Bağırıyor: "Bu gerçek değil! Bu sizin oyununuz!" Ve o anda simülasyon kırılıyor. Görüntü donuyor. Sınıf kararıyor. Tek bir kelime kalıyor tahtada: "UNUT." Yusuf gözlerini açıyor. Meydandaki yere çökmüş. Ter içinde. Çevresinde kimse kalmamış. Ekranlar tekrar çalışıyor. Reklamlar geri dönmüş. Ama o, aynı kişi değil artık. Sistem, ona saldırmıştı. Zihnine girmişti. Ve bu, savaş ilanıydı. Ama Yusuf için bu sadece bir şey ifade ediyordu: "Beni neden susturmak istediklerini biliyorum artık."

 

 

Yusuf'un alnından süzülen ter damlaları, zemindeki gri taşların arasında kayboluyordu. Ama zihninde artık hiçbir şey kaybolmuyordu. Simülasyon bitmişti. Ama hatırlattıkları, içinde yer etmişti. Ayağa kalktı. Bileğindeki cihaz hâlâ titreşiyordu. Sistem, onun normal moduna dönmesini bekliyordu. Ama Yusuf, o moddan çoktan çıkmıştı. Normal tanımı, artık onun için işlemiyordu. Çevresine baktı. İnsanlar yine ekranlara gömülmüş, pozitif içerik üretmeye devam ediyordu. Gülümsüyorlardı. Sözde… mutluydular. Ama Yusuf artık her yüzün arkasında bastırılmış bir çığlık görüyordu. Belki herkes bir simülasyon yaşamıştı. Belki kimse hatırlamıyordu. O, hatırladığı için yalnız değildi. Hatırladığı için tehlikeliydi. Ve o tehlikeyi büyütmek istiyordu. İçindeki iki ses susmuştu. Bu, bir denge değil; fırtına öncesi sessizlikti. Artık seçim yapılmıştı. Yusuf, Nisanur'u arayacaktı. Onu bulmak —ya da en azından gerçeğini—, bu sistemin en büyük yalanını ortaya çıkarabilirdi. Adımlarını kuzeye doğru çevirdi. Şehrin veri arşiv merkezi oradaydı. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir kamu binasıydı. Ama içi, tüm yaşam puanı hareketlerinin, biyometrik izlerin ve sistem dışı davranışların kayıt noktasıydı. Resmî adı: VERİ DENETİM DAİRESİ Halk arasındaki adı ise daha netti: Unutma Merkezi. Çünkü oraya giren bilgiler, bir daha asla sorgulanmazdı. Ama Yusuf, bu zinciri kırmak için yola çıkıyordu. Yolda ilerlerken, duvarlarda dikkatini çeken küçük işaretler oldu. Daha önce fark etmediği bir detay: Küçük, kavisli bir simge. Üç yarım daire. Bir gözün sadece alt kısmı gibi. Üzerinde yazmıyordu ama zihni fısıldadı: "Nisanur'un izi." Belki sistem silmemişti. Belki silememişti. Ya da... birileri bunları geri yerleştirmişti. Yusuf, bir duvara yaklaştı. Parmağını simgenin üzerinden geçirdi. Soğuk beton, parmak ucuna hafif bir titreşim verdi. Aktif bir işaretti bu. Yanıt bekleyen bir kod. Bilek cihazı aniden titredi. Ekranı karardı. Sonra tek bir cümle belirdi: "SEN HAZIRSAN, BİZ BURADAYIZ." Yusuf'un gözleri büyüdü. Bu mesaj sistemden değildi. Bu bir... ağ bağlantısıydı. Gizli. Kayıtdışı. Belki direnişe ait. Belki Nisanur'a. Ne olursa olsun, Yusuf artık geri dönemeyeceğini biliyordu. Kendine fısıldadı: "Eğer bir yol varsa... o izleri takip edeceğim." Ve yürümeye devam etti.

 

Yusuf duvarda parmak izini bıraktığı an, bileğindeki cihazın ekranı karardı. Ardından soluk bir parıltıyla tekrar açıldı. Bu defa sistemin klasik arayüzü yoktu. Logolar, onay kutuları, izleme simgeleri… hiçbir şey. Sadece siyah bir arka plan. Ortasında beyaz bir yazı: "SİZ HAZIRSANIZ, BİZ BAŞLIYORUZ." Bu bir bildirim değil; çağrıydı. Yusuf'un elleri istemsizce titredi. Etrafına baktı. İnsanlar hâlâ aynı şekilde ilerliyordu. Onu kimse fark etmiyor gibiydi. Ama hissediyordu: Artık biri daha izliyordu. Sistem değil. Başka biri. Aniden cihaz kısa devreye girdi. Minik kıvılcımlar çıktı. Ekran yanıp sönmeye başladı. Yusuf bileğini sıktı. Cihazı çözmeye çalıştı ama kayış deri değil, biyometrik metaldi. MERKEZ bileğiyle birlikte cihazı mühürlemişti. Sistem onun dışarıdan müdahale aldığını fark etmişti. Artık gözlemlemeyecekti. Yavaş yavaş yok etmeye başlayacaktı. Aniden şehir sisteminde hafif bir parazit oluştu. Yusuf'un çevresindeki ekranlarda görüntüler titredi. İlk bakışta fark edilmeyecek kadar küçük bir bozulma. Ama Yusuf gördü. Bazı ekranlar bir anlığına sistem reklamları yerine aynı simgeyi gösterdi: Üç yarım daire. Ters çevrilmiş bir göz. Biri onunla konuşuyordu. Ama cümleler yerine, simgelerle. Bu simgeler, sistemin dikkatini dağıtmadan iletişim kurmanın bir yoluydu. Ya da... sistemle aynı dili kullanmadan mesaj bırakmanın. Direnişin dili. Yusuf, bulunduğu sokaktan ayrılıp arka ara geçitlere yöneldi. Veri Denetim Dairesi'ne giden ana yolu terk etti. Sistemin dikkatini daha fazla çekmeden ilerlemek zorundaydı. Ama bu yalnızca kaçış değil, ilk defa stratejiydi. Köhne bir binanın yanından geçerken, eski bir servis panosu dikkatini çekti. Üzerindeki yazılar kazınmıştı. Ama birisi arkada kalemle yeni bir şey yazmıştı: "Unutmayanlar hâlâ burada." Bu cümle, Nisanur'un sesine benziyordu zihninde. Sanki bu yazıyı bizzat o bırakmıştı. Belki aylar önce. Belki yıllar. O sırada sistem yeniden müdahale etti. Bilek cihazı bu defa uyarı değil, doğrudan emir verdi: "Hareket yönünüz denetleniyor. İzinsiz sapma. Lokasyon sınır ihlali. Sistem ajanı yönlendirildi." Yusuf'un gözleri büyüdü. Bu, otomatik gözetim değil; fiziki takip demekti. Sistem, artık sadece uzaktan izlemeyecek… ona yaklaşacaktı. Yusuf geriye baktı. Sokak boştu. Ama yalnız olmadığını hissediyordu. Ayak sesleri yoktu — çünkü sistem ayak sesi çıkarmazdı. Ama yakındaydı. Cihazına tekrar baktı. Ekran titredi. Siyah zemin üzerinde bu defa yeni bir mesaj: "KOŞMA. GÖRÜN. VE HATIRLA." O an anladı: bu bir kaçış değil. Bu, bir yüzleşme çağrısıydı. Ve Yusuf, ilk kez korkmaktan utanmadı.

 

Sokağın ucundan biri beliriyor. Yavaş, düzenli adımlarla yürüyor. Üzerinde ne üniforma var, ne de sistem damgası. Siyah bir palto, koyu gri pantolon, nötr bir yüz ifadesi. Ama gözleri… cam gibi. Bakmıyor; ölçüyor. Yusuf içgüdüsel olarak geri çekildi. Ama kaçmadı. Koşarsa, sistem onu hedef ilan ederdi. Durursa, konuşma şansı olurdu. Ama bu bir konuşma mıydı, yoksa yalnızca bir yargı mı… bilmiyordu. Adam birkaç metre kala durdu. Ne kendini tanıttı, ne bir emir verdi. Sadece konuştu. Sesi doğal, ama boşlukluydu. Sanki cümleler, bir duvarın arkasından yankılanıyordu: "Yusuf Deryol. Lokasyon dışı hareket, sistem propagandası, işaret takibi, kayıtdışı veri teması. Bunların hiçbirini inkâr etmedin." Yusuf'un dudakları titredi. Ama konuşmadı. Adam devam etti: "İnkâr etmemen önemli değil. Zaten biz senin ne hissettiğini değil, ne olabileceğini hesaplarız." Bu cümle, sistemin mantığını özetliyordu. Duygular değil. İhtimaller. Yusuf ilk kez konuştu. Sesi çatallıydı ama nett: "O zaman neden buradasın? Hesapladıysan cezamı da vermişsindir." Adam bir adım daha attı. Artık aralarında iki metreden az vardı. "Biz ceza vermeyiz. Seni cezanla yalnız bırakırız." Yusuf'un gözleri kısıldı. Bu, sistemin klasik manipülasyonuydu. Suçu kullanıcıya iade etme. Kendini yok etmesine izin verme. Ama bu defa, Yusuf susmadı: "Benim cezam sistem değil. Hatırlamak." Adam ilk kez duraksadı. Göz bebekleri titredi. Yusuf anlamıştı: Bu temsilci bir algoritmaydı. Cevap listesi vardı. Ama bu cümle, listedeki karşılıklarla eşleşmiyordu. Yusuf ileri adım attı. "Nisanur nerede?" Adam cevap vermedi. Ama göz bebekleri yeniden titredi. Bu, bir tür sistem hatasıydı. Yusuf tekrar sordu. Daha yüksek sesle: "NİSANUR NEREDE?" Adamın gözleri bir saniyeliğine boşluğa baktı. Ardından ses sistemindeki bir parazit duyuldu. Metal bir çıtırtı. Ve ardından, ilk defa gerçek bir cümle: "Bu veri erişilemez." Yusuf'un nefesi kesildi. "Yani ya silindi… ya da gizlendi." Adam başını hafif eğdi. "Ya da sistem için fazlaydı." Bu cümle, Yusuf'un zihninde yankılandı. Sistem için fazlalık… Demek ki bazı insanlar, bazı hatıralar hesapların dışında kalıyordu. Adam uzaklaşmaya başladı. Hiçbir ceza vermemişti. Ama Yusuf anlamıştı: Bu bir uyarı değildi. Bu, iz bırakmaktı. Ve onu izleyen biri daha vardı. Bilek cihazı tekrar titredi. Yeni bir mesaj: "Ajanlar konuşmaz. Ama bazıları hatırlar." Yusuf gözlerini kapattı. İlk defa yüzünde bir his belirdi: Karar.

 

Yusuf o sokaktan çıktığında artık aynı kişi değildi. Sistem ajanıyla yaşadığı karşılaşma bir tehdit değildi; bir sınamaydı. Ve Yusuf fark etti ki, sistem onu hâlâ test ediyordu. Susturmak için değil. Sınıflandırmak için. Kullanıcı mıydı? Tehdit mi? Yoksa dönüşüm sürecindeki bir kırılma noktası mı? Bilek cihazındaki ekran hâlâ açıktı ama artık sistem arayüzü dönmüyordu. Siyah ekran, gri çizgiler. Sadece bir yazı: "SEÇİMİNİ YAP." Yusuf'un bu yazıya verecek cevabı yoktu. Henüz değil. Ama kafasının içindeki sorular netleşiyordu. Kendi geçmişi neden eksikti? Nisanur neden sistemde bir "fazlalık" olarak tanımlanmıştı? Ve kimdi bu "BİZ"? Ara sokaklara daldı. Şehrin alt katmanlarına doğru ilerlemeye başladı. Burası, yaşam puanı yüksek olanların adım bile atmadığı yerdi. Görünürde kimse yoktu ama duvarlar doluydu. Yazılar. İşaretler. Şifreli cümleler. "Kimse unutmaz. Sadece susturur." "Veri yaşar, beden ölür." "Uyandığın an, sistem seni yalnız bırakır." Hepsi aynı yazı stilindeydi. Aynı kalem. Aynı el. Aynı hafıza. Yusuf duvara yaklaştı. Parmaklarını harflerin üzerine sürdü. Boyanın taze olmadığını ama hâlâ canlı kaldığını fark etti. Yani birileri buradaydı. Yakın zamanda. Ve bu, bir izdi. O anda bilek cihazı hafifçe titredi. Bu kez ekran açıldı, ama sistem müdahalesi gibi değildi. Sadece bir koordinat. Bir tarih. Bir saat. Koordinat: 42.16.77-N / 19.88.03-E Tarih: 07 Temmuz 2070 Saat: 02:13 Yusuf başını kaldırdı. Bugün 6 Temmuz'du. Yani bu, gelecekten gelen bir çağrıydı. Bu tür bilgiler sistemde yer almazdı. Sistem yalnızca "şimdi" ile ilgilenirdi. Gelecek, kontrol edilemeyecek kadar belirsizdi. Yusuf bunun Nisanur'a ait olduğunu hissetti. Belki o değildi gönderen. Ama izi, onunla aynı yerde saklanıyordu. Kendine fısıldadı: "Bu bir tuzak olabilir." Ama iç sesi daha netti: "Ama ilk defa seni çağıran bir şey var. Geri dönmek yok artık." O sırada eski bir sokak kamerası çatırdadı. Lens aşağıya döndü. Kırmızı ışık yandı. Ama kayıt başlamadı. Yusuf kameraya baktı. İçinde öfke yoktu. Korku da. Sadece bir düşünce: "Ben artık veri değilim. Ben bir izim." Ve yürümeye devam etti. 2:13'e, o koordinata, o seçime doğru.

 

Yusuf'un adımları hızlandı. Koordinatlar zihninde dönüp duruyordu. 42.16.77-N / 19.88.03-E Bu bir adres değildi. Sistem haritalarında böyle bir kayıt yoktu. Ama Yusuf biliyordu: Bu koordinatlar şehir içinde değil, alt-katmanlardaydı. Yerin altı. Sistemin "tadilat alanı" dediği, ama kimsenin inmesine izin verilmediği bölge. Normalde oraya inmek bile puan kaybıydı. Ama Yusuf zaten puanla yaşamıyordu artık. Yolunu değiştirdi. Merkez istasyonuna yöneldi. Orada eski bir kiosk vardı — gözetim sisteminin 2060 öncesi versiyonuna bağlı, hâlâ çevrimdışı çalışan birkaç terminalden biri. Sadece kağıt belge isteyen eski sistem kullanıcıları tarafından kullanılırdı. Kimse artık onlara dokunmazdı. Çünkü veri "elle tutulmazdı". Ama belki tam da bu yüzden… dokunulabilir tek şey gerçekti. Terminalin önüne geldi. Etraf sessizdi. Bileklik cihazı uyarı vermedi — çünkü sistem bu bölgeyi "işlem dışı" ilan etmişti. Yani burada kayıtta değildi. Parmaklarını terminalin tozlu yüzeyine koydu. Bir tuş çalıştı. Ekran açıldı. Titreşerek… GİRİŞ KİMLİĞİ GEREKİYOR Yusuf bileğini kaldırdı. Cihazı ekrana yaklaştırdı. Sistem bunu görmemeliydi ama… görmesi de önemli değildi artık. Bileklik cihazdan bir kıvılcım çıktı. Ama terminal açıldı. Ekranda arama kutusu belirdi. Yusuf, koordinatları yazdı: 42.16.77-N / 19.88.03-E Bir saniye… İki… Sonra ekran parladı. Sonuç bulundu. Başlık: "2070/5 – Kaybolan İsimler Listesi – ARŞİV DIŞI" Altında üç isim: Yusuf Deryol Nisanur Temiz — Silinmiş Giriş — Üçüncü isim okunamıyordu. Ama sistem, bu üç kişiyi aynı veri dizinine almıştı. Aynı kayıp klasör. Silinmiş ama unutulmamış. Yusuf nefesini tuttu. Bu veri girişi sistemde açık değildi. Ama bir şey onu buraya yönlendirmişti. Ya Nisanur… ya da… bir zamanlar Yusuf'un kendisi. Terminal ekranı karardı. Yeni bir mesaj: "DÜNYADA KAYIT YOKSA, BELKİ HÂLÂ HATIRLAMA VARDIR." Yusuf geri çekildi. Başını çevirdi. Terminalin sağ alt köşesinde küçük, kazınmış bir not vardı: "Unutma Merkezi'nden önce her şeyi hatırlayan bir yer daha vardı. Kırmızı lambayı izle." Yusuf gözlerini kaldırdı. Tavanda bir güvenlik kamerası. Yanıp sönen kırmızı ışık yoktu. Ama sabit bir ışık vardı. Donmuş. Bekleyen bir iz. Ve o ışık, doğrudan metro alt geçidine bakıyordu. Koordinatlarla örtüşen tek yol… Yusuf kırmızı ışığın baktığı geçide ilerledi. Beton basamaklar paslıydı. Zemine doğru indikçe havadaki nem arttı. Gökyüzü artık görünmüyordu. Görünmeyen şeylerin hâkimiyetindeydi. Basamaklar boyunca hiçbir kamera, sensör ya da uyarı işareti yoktu. Bu, ya terk edilmiş bir alanın parçasıydı… ya da kasıtlı olarak sistem haritasından silinmiş bir yol. Yusuf, yirmi sekizinci basamakta durdu. Arkaya baktı. Işık yok. Yukarıdan gelen ses yok. Önündeki koridor, eski şehir kanalizasyon hattına benziyordu. Ama duvarlarında borular yerine metal kablolar vardı. Ve o kabloların arasında… eski bir sesli uyarı modülü. Paslı, yanmayan bir ışık. Altında metal bir plaka: "SESSİZLİĞİ BOZMA. DİNLENİYORSUN." Yusuf bir adım daha attı. Artık sistemin çizdiği haritanın dışındaydı. Ve tam bu anda bileğindeki cihazdan kesik bir sinyal geldi: "BAĞLANTI KESİLDİ – AĞ DIŞI BÖLGE" Cihaz kapandı. Sistem susmuştu. Ama Yusuf ilk defa sessizliğin gerçek olduğundan emin değildi. Koridorun sonunda bir kapı vardı. Üzerinde hiçbir yazı yoktu. Ama parmak izi tarayıcısı hâlâ çalışıyor gibiydi — kırmızı ışık sönük bir şekilde yanıp sönüyordu. Yusuf elini uzattı. Tereddüt etmedi. Tarayıcı parmak izini aldı. Bir tık sesi. Ama kapı açılmadı. Onun yerine, duvarda küçük bir ekran açıldı. Yusuf Deryol Yaşam Puanı: Tanımsız Veri Kategorisi: Kayıp Yetki Durumu: Beklemede Sonra, sistem olmayan ama sistem gibi davranan bir ses duyuldu. Kadın sesi. Ama bir kayıttan çok, bir fısıltı gibiydi: "Sadece hatırlayanlar geçebilir. Hatırladığın ilk yalan neydi?" Yusuf dondu. Bu, bir şifreydi. Ama aynı zamanda bir işkence. İlk yalan… Sistemin söylediği değil. Kendisinin inandığı. Gözlerini kapattı. Nefesi kesildi. Ve sonra, bir görüntü: Bir sınıf. Tahtadaki yazı: "Gelecekte kim olmak istiyorsun?" Yusuf o gün "mühendis" yazmıştı. Ama gerçekte olmak istediği şey… özgürdü. Ve o gün, o cevabı vermemişti. Korkmuştu. Gözlerini açtı. Fısıldadı: "Mühendis olmak istediğime inandım." Kapı tıkladı. Kilit açıldı. Yusuf içeri adım attı. Kapı arkasından yavaşça kapandı. Karanlık… Sonra loş bir ışık. Ve tam karşısında bir masa. Üzerinde eski bir kayıt cihazı. Üzerinde bir isim: "N. TEMİZ" Yusuf yaklaştı. Kayıt cihazı çalışıyordu. Ve içinden yükselen ses, Nisanur'a aitti. "Eğer bunu dinliyorsan, sistem seni henüz yutamadı demektir. Ama zamanı yok. Sana anlatmam gereken çok şey var. Ve bu, sadece benim hikâyem değil. Bu… senin hatırlamadığın bir hayat." Kayıt cihazı loş ışıkta tek başına titriyordu. Eski bir modeldi. Üzerindeki gri bant çatlamış, düğmeleri solmuştu. Ama ses… netti. Sanki geçmiş, bu dar alanda saklanmıştı. Ve şimdi yeniden nefes alıyordu. "Yusuf. Bu mesajı kaydettiğimde sen hâlâ sistemin içinde uyuyordun. Ama o zaman bile biliyordum… bir gün bu kapıyı açacaksın." Yusuf'un elleri yumruk oldu. Nisanur'un sesi, hatırladığı gibi değildi. Daha yorgundu. Daha dikkatli. Sanki her kelime bir tuzakla mücadele ederek çıkmıştı ağzından. "Burası güvenli değil. Hiçbir yer tam anlamıyla güvenli değil. Ama en azından burada düşünceler hâlâ bizim." Yusuf cihazın yanına çömeldi. Kapağı açmayı düşündü ama vazgeçti. Kayıt devam ediyordu. Kendi sesi bile bu kadar sakin olmamıştı hiç. "Sana bir şey anlatacağım. Ama önce bir şey sorman gerekiyor kendine: Gerçekten hatırlamak istiyor musun?" Kısa bir sessizlik oldu. Yusuf başını eğdi. Cevabı kalbinde dönüyordu: Evet. Cihaz devam etti: "Sistem sana sadece neyi yapmaman gerektiğini söylemez, neyi hatırlamaman gerektiğini de öğretir. Senin ilk kaybın, hafızandı. Sonra hayalin silindi. Sonra ben." Yusuf gözlerini kapadı. Bir görüntü… Bir tünel. Ellerinde kablolar. Yanında yürüyen biri. Yüzü… silik. Nisanur muydu? Yoksa başka biri mi? Cihazdan yine ses geldi: "Sana bazı kayıtlar bırakacağım. Hepsi burada değil. Ama ilki önünde. Kırmızı kasayı aç. İçindeki kartı al. Bu sadece bir başlangıç." Yusuf gözlerini odanın köşesine çevirdi. Loş ışığın altında, metal bir kasa duruyordu. Üzerinde şifre paneli. Tam yaklaştı ki, cihaz son bir şey söyledi: "Ve Yusuf… seni izleyen biri daha vardı. Her zaman. Sadece sistem değil. Bunu en başından beri bildiğini sanıyorum. Hazırsan… seni bekliyor." Tık. Kayıt sona erdi. Oda sessizleşti. Ama bu sefer sessizlik… boğucu değil. Bekleyen bir şeyin sessizliği. Yusuf kasaya yaklaştı. Eli tuşların üzerinde durdu. Şifre soruluyordu. Dört haneli. Ve aklına tek bir sayı geldi: 84. Sabah gözünü açtığında gördüğü puan. Ama bu sayı bir ölçüm değil, bir işaretti belki de. Parmaklarını tuşlara bastı. 8 4 0 0 Tık. Kasa açıldı. İçinde eski bir veri kartı, bir de kağıda yazılmış bir cümle: "Kayıt yoksa, yalan da yok."

 

Yusuf, veri kartını eline aldığında ne aradığını bilmiyordu. Ama artık neden aradığını biliyordu. Kağıttaki cümle hâlâ zihninde yankılanıyordu: "Kayıt yoksa, yalan da yok." Bu, sistemin temel çeliğiydi. Veri yoksa varlık da yoktu onlara göre. Ama Nisanur, sistemin dışında da bir hafıza kurulabileceğini kanıtlıyordu. Veri kartı eski tip bir girişe sahipti. Şehirde bu tip okuyucular artık yoktu. Ama Yusuf biliyordu: Merkez Kayıt Arşivi'nin alt katında hâlâ çalışan bir analog çözümleme odası vardı. Resmî olarak "müze" statüsündeydi. Ama gerçekte… unutulmuş veriler mezarlığıydı. Oraya gitmek, doğrudan sistemin aktif alanına adım atmak demekti. Ama başka şansı yoktu. Yusuf, bileğindeki cihazı inceledi. Hâlâ kapalıydı. Sistemle bağlantı kesilmişti ama bu uzun sürmezdi. Koridorun çıkışına doğru ilerledi. Geçidi geçtikten sonra yüzeye çıktı. Şehir yeniden gürültülüydü. Ama Yusuf artık bu gürültüyü başka türlü duyuyordu. Sanki her sesin arkasında bir boşluk vardı. İnsanlar hâlâ yürüyordu. Ama sadece yürüyordu. Amaçsız değil; emirli. Yusuf kalabalığa karıştı. Yüzü ifadesizdi. Ama içi hesap yapıyordu. Arşiv binasına en risksiz yoldan ulaşmak için 3 seçenek vardı: Ana caddeden yürümek — en çok gözetim. Metro alt hattı — karanlık, ama kayıtlı. Eski okul binasının alt geçidi — terk edilmiş, ama giriş kısıtlı. Yusuf üçüncüsünü seçti. Bu okul… sistemin kontrolü ele geçirmesinden önceki son bağımsız eğitim kurumuydu. Dıştan yıkık görünüyordu. Ama Yusuf biliyordu: Altında hâlâ çalışan bağlantı yolları vardı. Okulun arka duvarından atladı. Camlar kırık. Tahtalar yer yer çökmüştü. Ama duvarlarda bir iz daha fark etti. "İlk kelime hatırlandığında, sistem çatırdamaya başlar." Altında bir harf vardı: "N" Bu, Nisanur'un imzasıydı. Yusuf, doğru yolda olduğunu anladı. Alt kata indiğinde karşısında paslı bir kapı belirdi. Kapıda bir kol yoktu. Ama yanında eski bir kart okuyucu vardı. Yusuf veri kartını çıkardı. Kısa bir tereddüt… Sonra kartı yerleştirdi. Tık. Kapı açıldı. Ama içeride karanlık yoktu. Bir ekran yanıyordu. Üzerinde tek bir simge: "Kayıtsızlar Kulübü – Oturum 1: Nisanur Temiz" Yusuf'un kalbi hızlandı. Kart yalnızca veri değilmiş. Bir hafıza zinciriymiş. Ekran titredi. Yavaşça yüklenmeye başladı. Ve başlık belirdi: "Sistem seni neden unutmak ister?" Yusuf derin bir nefes aldı. Etrafında sensör yoktu. Ama yine de izleniyor gibi hissediyordu. Çünkü bu defa… gözler sistemde değil, gözler Yusuf'taydı.

 

Ekran açıldığında görüntü bulanıktı. Renkler soluktu, ses yankılıydı. Ama Yusuf hemen tanıdı: Bu, bir sorgu odasıydı. Sisteminkilerden değildi. Daha eski. Daha gerçek. Kadrajda tek bir kişi vardı: Nisanur. Ama tanıdığı hâliyle değil. Saçları daha kısa, yüzü daha yumuşak. Henüz kırılmamış. Henüz yanmamış. Kameraya bakmıyordu. Başını eğmiş, parmaklarını dizlerinde gezdiriyordu. Ses devreye girdi: "O gün neden oradaydın, Nisanur Temiz?" Soru kadın bir sestendi. Sakin, ama sistemin klasik tonu: tarafsız görünmeye çalışan, duygudan arındırılmış bir emir sesi. Nisanur başını kaldırmadı. "Bunu bin kez sordunuz." "Bin kez söylemen, cevabın yalan olduğunu değiştirmez." Nisanur başını kaldırdı. Gözleri kızgın değildi. Ama kararlıydı. "Ben yalan söylemedim. Ama siz bin kez yalanı doğrulamaya çalıştınız." Yusuf bir an gözlerini kırptı. Bu cümle… Tanıdıktı. Daha önce duymuştu bunu. Ama nerede? Ekrandaki sorgucu sustu. Sonra yeniden konuştu: "Kaydı burada kesiyoruz. Bu ifade, sistem doğrulaması dışında kalmıştır. Kod: 77-F." Görüntü dondu. Yeni bir başlık belirdi: "Kayıtsızlar Kulübü – Parça 2: Yusuf Deryol" Yusuf'ın boğazı kurudu. Bu kayıt sadece Nisanur'a ait değildi. Bu bir zincirdi. Ve Yusuf o zincirin halkalarından biriydi. Ama hatırlamıyordu. Ekran yeniden parladı. Karanlık bir oda. Kameraya sırtı dönük biri. Duvarda kırmızı simgeler. Ses: "Yusuf Deryol, 15 yaşındasın. O gece neden verileri kopyaladın?" Yusuf ekranın içindeki kendine baktı. Hatırlamıyordu bu sahneyi. Ama oradaydı. Aynı ses tonu, aynı duruş. Kendisi konuşmaya başladı: "Çünkü onlar silmek istiyordu. Ben… ben sadece annemin sesini kaybetmek istemedim." Yusuf'un içi buz kesti. Annesi. Hiç düşünmediği biri. Hiç hatırlamadığı. Ama işte o an… Bir görüntü geldi gözünün önüne: Bir mutfak. Fısıltı hâlinde bir ninni. Tavandaki sensör kırık. "Nereye sakladın?" dedi ekrandaki ses. Yusuf cevap vermedi. Ama gözleri… Gözleri bir yere kaydı. Kayıt dondu. Yeniden bir mesaj belirdi: "Sadece kayıtsızlar hatırlayabilir." Ekran kapandı. Oda yeniden sessizleşti. Ama Yusuf'un içi… kaynıyordu. Çünkü artık biliyordu: Sistem yalnızca onu izlememişti. Sistem onu unutturmuştu. Kendine. Geçmişine. Ve annesine. Şimdi soru açıktı: Ya gerçek, sistemden önce gömülmüşse?

 

Yusuf ekranın karardığı noktada öylece kaldı. Odanın içindeki ışık sabit, hava durgundu. Ama Yusuf'un içinde bir fırtına dönüyordu. Annesi. Sistemde bu isim yoktu. Hatırladığı hiçbir kayıtta annesinden bahsedilmemişti. Sadece babasının adı geçiyordu. O da tek bir satırda: "Yüksek sistem sadakati – 2062'de kayıp bildirimi." Ama bu kayıt... Yusuf'un kendi sesinden dökülen sözler... "Annemin sesini kaybetmek istemedim." Bu, sadece bir cümle değildi. Bir kırılmaydı. Bilinçaltının gömülü odalarından biri açılmıştı. Yavaşça başını çevirdi. Duvarlarda herhangi bir simge yoktu. Ama odada hâlâ kayıt cihazı vardı. Ve onun altına yapıştırılmış küçük bir kağıt. Yusuf uzandı, aldı. Yazı silik ama okunuyordu: "Unutmak istediklerini değil, unutturduklarını hatırla." Ardından kısa bir koordinat: Katman-2 / Alt 43 – Aile Dosyaları (Erişim: Yasaklı) Yusuf ayağa kalktı. Bu artık bir merak değil, bir görevdi. Sistem sadece geçmişini silmemişti. Köklerini sökmüştü. Bilek cihazını kontrol etti. Sistem hâlâ kapalıydı. Ama o katmana inmek, yine de riskliydi. Çünkü "Yasaklı Erişim Alanları"nda hareket eden biri, eğer yakalanırsa… varlık iptali ile karşı karşıya kalırdı. Sadece yaşam puanı sıfırlanmazdı. Tüm izleri de yok edilirdi. Sanki hiç yaşamamış gibi. Ama Yusuf durmadı. Yeniden tünelden çıktı. Gri caddelere karıştı. Yüzünde maskesiz bir ifade vardı artık: Direnişin ilk hali: Karar. Alt katmana inen giriş şehir merkezinin eski metro ağının arkasındaydı. Tabelalar silinmişti. Ama Yusuf'un parmakları duvardaki çentikleri tanıdı. Nisanur'un izi. Beş parmaklık bir işaret. Altında üç çizgi. Bu, "aile kökü" anlamına geliyordu. Direnişçilerin kendi aralarında kullandığı eski bir sembol. Yusuf kapıyı buldu. Yavaşça itti. Kapı gıcırdadı. Hava değişti. Katman-2 / Alt 43. Karanlık, ama canlıydı. Duvarlarda eski dosya rafları. Her biri dijital değil, kağıtla dolu. Sistem bunları temizlememişti çünkü onları önemsememişti. Kayıt dışı. Kayıtsız. Tehlikesiz sandığı şey: Hafıza. Yusuf ilk sıraya yaklaştı. Gözleri taradı. "Temiz" soyadını aradı. "Deryol" ismini. Ve sonra... Bir klasör. Üzerinde elle yazılmış bir etiket: "Temiz – Deryol / Bileşik Kayıt / 2060 – Silme Emri Öncesi" Eli titredi. Klasörü açtı. İçinde... bir ses dosyası. Ve bir fotoğraf. Yusuf'un dört yaşındaki hâli. Kucağında bir kadın. Yüzü puslu ama... aynı ninni sesi, zihninde yeniden duyuluyordu. Annesinin sesi. Gerçek. Kayıtsız. Silinmemiş. Sadece gömdürülmüş. Yusuf klasörü dizlerinin üstüne aldı. İçindeki ses dosyasını eski tip kayıt çalıcıya yerleştirdi. Tuşa bastı. Tık. Birkaç saniyelik cızırtı. Sonra... bir ses. "Yusuf, uyuduğunda bana hep sırtını dönüyorsun. Ama ben sesini hep duyuyorum. Korktuğunda sesin değişiyor, biliyor musun?" Kadının sesi yumuşaktı. Ama içinde bir endişe gizliydi. Sanki her kelimeyi seçerken etrafı dinliyor gibiydi. "Bugün sana söylemedim ama sensörler evin içindeki sesleri daha fazla analiz etmeye başladı. Bazen mutfağın ışığını açık bırakıyorum. Sistem bunun 'unutkanlık' olduğunu düşünüyor. Ama ben sadece… kendi kararlarımı hatırlamak istiyorum." Yusuf'un boğazı düğümlendi. Bu bir anne mektubuydu. Sesli, gizli ve sistem dışı. Çünkü başka hiçbir şekilde var olmak mümkün değildi artık. Kayıt devam etti: "Yarın sana bir hikâye anlatacağım. Ama sana değil... gelecekteki sana. Unutulmuş olabileceğin ihtimaline karşılık, bir tohum bırakıyorum. Adın Yusuf, ama asıl ismin sana sistemden önce verilmişti. Bunu sana yazılı veremem. Söyleyemem de. Ama şarkının sonunda duyacaksın." Yusuf'un kalbi hızlandı. Şarkı mı? Aniden kayıt cihazından müzik yükseldi. Bir çocuk ninnisi. Sözsüz. Ama melodisi tanıdıktı. Yusuf gözlerini kapadı. Zihninde görüntüler patladı: Annesi saçlarını tarıyor. Sistem güncellemesi sırasında bile onu saklıyor. Ve bir an: annesinin bileğini kendi eliyle örttüğü sahne. Bileklik. Yusuf'un gözleri bileğine kaydı. Şimdi kapalı olan sistem cihazı. Ama... Bir soru zihnine saplandı: "Bu bileklik... bana ne zaman takıldı?" Hatırlamıyordu. Ne ilk takıldığı günü... ne kim tarafından verildiğini. Sanki hep vardı. Ama hiçbir çocuk bileğine cihazla doğmazdı. Yusuf birden fark etti: Sistem, sadece geçmişi silmiyor... yenisini yazıyordu. Ses kaydı sona erdi. Ama son saniyede, annesinin fısıltısıyla bir kelime yükseldi: "Yusuf... Eğer bir gün bu sesi duyarsan… kendine tek bir şey sor: 'Bu an benim mi?'" Yusuf yere çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Gözleri doldu. Ama ağlamadı. Çünkü artık bu gözyaşı, sadece hüzün değildi. Bu bir savaş çağrısıydı. Yusuf klasörü kapattıktan sonra hâlâ ellerinin titrediğini fark etti. O an, sadece bir hatırayı değil; bir yalanı da gömmüştü. Sistemin ona sunduğu kimlik—"Yusuf Deryol"—sadece bir isim değildi. Bir yeniden yazım, bir kopya, bir versiyondu. Ama şimdi… artık bunun farkındaydı. Ve bu farkındalık geri dönüşsüzdü. Kayıt cihazındaki ses sadece annesini değil, başka bir gerçeği de işaret ediyordu: Sistem çocukların hafızasını doğrudan bastırıyordu. Doğdukları andan itibaren değil—hatta bazen doğmadan önce. Bu bir kontrol biçimiydi. İtaat, bilgiyle değil; unutmayla başlıyordu. Gerçek kimliğin yerini, sistemin tanımladığı "kabul edilebilir birey" alıyordu. Yusuf dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini bileğine götürdü. Cihazın soğuk yüzeyi parmak uçlarını uyuşturuyordu. "Bu bana takıldığında sadece üç yaşındaydım," dedi kendi kendine. "Ama ben... beş yaşındaymışım gibi hatırlıyorum." İşte sistemin ustalığı burada gizliydi: Sadece geçmişi silmiyordu. Yerine "inandırıcı anılar" ekliyordu. Yalancı bir zaman. Sahte bir çocukluk. Yusuf kafasını duvara yasladı. Gözleri kapanmadı. Çünkü artık gözlerinin arkasında daha fazlası vardı: Sorgular. İsyanlar. İsimler. Nisanur'un bir zamanlar dediği şeyi hatırladı: "Hafızan senin değildir. Sistemin izni varsa hatırlarsın. Yoksa sadece yaşarsın. Ama bilmeden." O cümle şimdi daha netti. Yusuf'un içindeki ilk kırılma, bir soruya dönüştü: "Eğer bu kadarını silebildilerse... Daha neyi hatırlamıyorum?" Belki arkadaşlarını. Belki çocukken saklandığı bir yeri. Belki bir çığlığı. Belki… bir ihaneti. Artık mesele sadece kim olduğunu hatırlamak değildi. Artık mesele; neden susturulduğunu öğrenmekti. Yusuf ayağa kalktı. Bir duvarda eski bir şifre paneli vardı. Tozlu, unutulmuş. Ama üzerindeki simgeler hâlâ okunuyordu: Kayıtsızlar Kulübü / Bellek Hücresi 7 Oraya gitmeye karar verdi. Çünkü bu sadece onun savaşı değildi. Sistem herkesin kimliğini yeniden yazmıştı. Ama herkes uyanmazdı. Yusuf uyandı. Ve artık yalnız olmak istemiyordu. Yusuf, Bellek Hücresi 7'nin konumunu sistemde arayamazdı. Çünkü bu yerler haritalarda yoktu. Sadece hafızalarda yaşardı. Gerçek hafızalarda. Çıkışa yöneldiğinde, bilek cihazı aniden titreşti. Soğuk bir dürtü. Ve ardından… bir mesaj: "Konum tespiti başarısız. Kullanıcı durağan değil. İz sürme başlatılıyor." Yusuf'un göz bebekleri büyüdü. Sistem onun izini sürmeye başlamıştı. Henüz yeri tespit edilememişti ama algoritmalar devredeydi. Zaman daralıyordu. Merdiven boşluğuna girdi. Adımlarını duvarlara çarpmayacak kadar sessiz tuttu. Ama zihni sessiz değildi. İç seslerden biri bağırıyordu: "Kaç. Hemen. Şimdi!" Diğeri daha sakindi: "Kaçarsan seni bulurlar. Ama görünürsen seni izleyemezler. Sistem görünürlüğü tahmin edemez." Bu, sistemin en zayıf halkalarından biriydi. Algoritma tehditleri görünmeyenler arasında değil, görünür olup sistem dışı davrananlar arasında arardı. Çünkü görünür olmak, sistemin dilinde "normalliğe" yakındı. Yani… maske. Yusuf durdu. Giriş katına çıktığında, kapşonunu kafasına geçirdi. Göz teması kurmadan dışarı adım attı. Yüzünü düşürdü, kalabalığa karıştı. Ama içindeki sesler susmadı. "Bellek Hücresi 7 nerede?" Cevap, ilk defa zihnine görüntü olarak düştü: Küçükken gittiği bir bina. Beyaz duvarlı, kırık dökük, merdivenleri çatırdayan. O zamanlar orası terk edilmiş bir oyun alanıydı. Şimdi anlıyordu: Orası asla bir oyun alanı olmamıştı. Yusuf yönünü değiştirdi. Kalabalığın tersine yürümeye başladı. Bu, sistemin en çok dikkat ettiği davranış biçimlerinden biriydi: Ters akış. Kurallara karşı sezgisel direnç. Ama artık önemli değildi. Çünkü artık gizlenmek değil, görünerek var olmak istiyordu. İtaatkâr biri gibi yürüyerek tam da sistemin gözünün içine bakmak. Yoldan sapmadan, ama niyetiyle saparak. İşte Yusuf'un ilk içsel karşı saldırısı böyle başladı. Yoldan geçen bir çocuğa göz ucuyla baktı. Elinde sistemin yeni nesil bilekliklerinden vardı. Ama çocuk ona baktığında korkmadı. Yusuf, o bakışta bir şey fark etti: Çocuk hâlâ soru sorabiliyordu. Ve o an Yusuf anladı: Bu sadece kendi hafızasını kurtarma meselesi değildi. Yeni hafızaların doğmasına da izin verme savaşıydı. Bina, dışarıdan bakıldığında sıradan bir enkazdı. Tabelası düşmüş, duvarları sıvalarından utanıyormuş gibi dökülmüş. Yusuf, burayı çocukken oyun alanı sanmıştı. Ama artık biliyordu: Burası sadece gizlenmişti. Tıpkı kendisi gibi. Adımını attığında zemin hafifçe titredi. Çökme tehlikesi değil bu—izlenme tehlikesi. Sistem, yasal haritalarında bu alanı "riskli yapı" olarak etiketlemişti. Yani çoğu insan buraya yaklaşmazdı. Ama sistemin ironisi buydu: En izlediği yerler, hiç kimsenin girmeyeceği yerlerdi. Yusuf elini duvara koydu. Soğuktu. Ama altında, duvarın çatlağında kazınmış bir işaret vardı. Bir "N" harfi. Altına ters üçgen. Direnişin işareti. Ve Nisanur'un iziydi. Yusuf içeri girdi. Loş bir koridor… ve sonunda paslı bir kapı. Kapıyı ittiğinde boğuk bir ses çıktı. İçerisi toz doluydu ama düzenliydi. Sanki biri burayı terk etmemiş, saklamıştı. Duvarda eski bir pano: Üzerinde kağıt parçaları, analog çizimler, kırmızı iplerle birbirine bağlanmış olaylar. Merkez Logosu'nun ortasında bir simge: "Bellek manipülasyonu seviyesi: 3. Aşama" Altında yazılı bir cümle: "İnsanlar sadece hatırladıklarına değil, hatırlamak istediklerine de dönüşürler." Yusuf kağıtları dikkatle inceledi. İsimler, yüzler, silinmiş veri kayıtları… Her biri sistemin sildiği bir parçaya ait. Ama bu panoda yaşıyorlardı. Unutulmak istenmiş ama unutturulamamış şeyler. Raflardan birinde eski bir holografik kayıt cihazı buldu. Aktifti. Ama parola istiyordu. Yusuf düşündü. Nisanur'un önceki şifrelerini… Anneden kalan ses kaydındaki vurguları… Sonra denedi: "77-F–Kayıtsız" Cihaz açıldı. Ve hemen ardından görüntü belirdi. Karanlık bir oda. Yüzü seçilemeyen biri: "Eğer bu mesajı izliyorsan… sistemin dışına sızan bir parça oldun demektir. Bu iyi bir şey değil. Bu, hedef oldun demek." Görüntüye bir anda Nisanur'un sesi eklendi: "Yusuf… Eğer burayı bulduysan, seni sistemin içinden değil, dışından çağıran tek şey kalmıştır: Hafıza. Ve o artık sadece senin değil." Yusuf'un nefesi daraldı. Burası sadece bir bilgi merkezi değildi. Bir anı mezarlığıydı. Ama aynı zamanda bir isyan haritası. Kapının dışından bir ses geldi. Metal bir tıkırtı. Yaklaşan ayak sesleri. Yusuf hızla cihazı kapadı. Geri çekildi. Gözleri panoya döndü. Son bir kez baktı. Her parça, bir hayat. Her hayat, silinmiş bir kimlik. Ve her kimlik... bir isyan tohumu. Ayak sesleri netleşiyordu. Ağır, düzenli ve soğuk. Yusuf'un kalbi göğsüne değil, kulaklarına vuruyordu sanki. Her adım, bir karar süresiydi. Kaç ya da yakalan. Ama Yusuf bir saniye bile düşünmedi. Arkasındaki paneli hızla çekti. Duvarda dar bir geçit vardı—eski bir bakım tüneli. Tozla, örümcek ağıyla kaplıydı. Ama sistem burada sinyal alamazdı. Diz çöküp sürünerek girdi. Nefesini tuttu. Geçidin dar duvarları omuzlarını sıyırıyordu. Her kıpırtı, içerideki paslı boruları inletti. Ama o, susması gerekenin sadece beden değil, korku olduğunu biliyordu. Dışarıdan metal kapı açıldı. Sert bir ses yankılandı: "Bölge: yetkisiz erişim. Tespit edilen ısı izi: Tekil. Ara tarama başlatılıyor." Yusuf'un alnından damlalar süzülüyordu. Tünel daraldıkça, zihni genişliyordu. Daha hızlı düşünmek, daha net hissetmek zorundaydı. Bu sadece fiziksel bir kaçış değildi. "Sistem seni artık 'gözlem altında' değil… 'hedef' olarak işaretledi." İçindeki ses fısıldıyordu. Bu, artık şüphe değil, onaylı bir tehditti. Tünelin sonunda ızgaralı bir çıkış vardı. Yusuf elini uzattı. Çıkarılabilir görünüyordu ama sessizce yapmak imkânsızdı. Dışarıdaki sistem görevlileri içerideki ışığı fark etmişti. "Hareket tespiti. Çıkış noktası: Alt kanal 2-G." Yusuf son bir hamleyle ızgarayı itti. Gürültüyle düştü. Aynı anda kendini dışarı attı. Bir çöplük. Ama sistem için görünmezdi. Veri okunamayan, sahipsiz alan. Yusuf çöplerin arasında sırtüstü yattı. Gökyüzüne baktı. Sistemin gözleri hâlâ oradaydı, ama o an yıldızlara benzeyen bir şey gördü: Karanlıkta yanıp sönen eski bir sistem dışı drone. Bilinçli bırakılmış bir iz. Bir işaret. Belki Nisanur'dan. Belki bir başkasından. Yusuf ayağa kalktı. Cebinden küçük bir kart çıkardı. Panodan aldığı, Bellek Hücresi 7'den. Üzerinde eski tip bir harita sembolü vardı. "Katman 3 – Kayıtsızlar Ağı" Bu bir son değil. Bu bir başlangıçtı. Ve Yusuf artık sadece bir hatırlayan değil, bir taşıyıcıydı. Gerçeği taşıyan biri. Yusuf, çöplüğün kenarından tırmanırken elinde hâlâ kart vardı. "Katman 3 – Kayıtsızlar Ağı" Yüzeyi kabartmalıydı. İçinde bir sinyal vardı—ama sistem sinyali değil. Analog bir titreşim. Dijital değil, dokunsal. Kartı elinde sıkarken, zihninde garip bir sıcaklık hissetti. Sanki kart, bir cihaz değil… bir hafıza uzantısıydı. Nisanur'un sesi yankılandı belleğinde: "Sistem hafızayı silebilir. Ama parmak izini silemez. Bazı hatıralar dokudadır." Yusuf, kartın alt köşesini ovuşturdu. Bir anda cilt altı çipi aktifleşti. Bileğinde sistem cihazı pasifti ama cildin altındaki eski bağlantı noktası hâlâ aktiftir. Bir ışık yandı. Sadece kartın üzerinde. Bir koordinat. Ve altında tek bir kelime: "Sığınak." Yusuf'un boğazı kurudu. Bu, sistem dışı bir bağlantıydı. Tespit edilemez. Ama kullanıldığında sinyal patlaması yaratabilirdi. Yani… "Gitmeden önce karar vermelisin." diye düşündü. "Kaçak mı olacaksın, taşıyıcı mı?" Elindeki kart artık bir yol değil, bir sınavdı. Her sinyal, bir seçim. Her seçim, bir tehdit. Ve tam o anda, bileğindeki ekran bir kez daha titredi. Bu sefer mesaj yoktu. Sadece kırmızı bir simge: "HFZ-T1" Hafıza Taşıyıcısı 1 Bu kod yalnızca sistemin kolektif tehdit listelerinde görünürdü. Bireyleri değil, anlamları işaretlerdi. Yusuf artık sistem için bir kişi değil, bir bozulma algoritmasıydı. Varlığı—hatta nefesi—bir riskti. Çünkü bir kez hatırlayan biri, başkasına da hatırlatabilirdi. Gökyüzüne baktı. Yıldız yoktu. Ama karanlıkta bir şey yanıp söndü: İkinci bir drone. Bu sefer hareketsizdi. Ama yönü doğuydu. Kartın koordinatları da doğuya işaret ediyordu. Yusuf sırtını çöplüğe, yüzünü sisteme döndü. İç sesi ilk kez iki değil, tek bir sese indirgendi: "Saklanma. Git. Uyanmış her zihin, başka bir zihni uyandırabilir." Ve böylece Yusuf yürümeye başladı. Sadece bir hatıra değil, bir yangın taşıyordu.

 

More Chapters