Cherreads

Chapter 7 - -7-

POV: Sarp

Serum bittikten sonra annemle onun oteline geldik. Bu gece orada kalacaktım.

Yatakta uzanırken aklım hâlâ Marin'le yaşadığım garip olaydaydı. Hâlâ doğru düzgün konuşmamış olmak rahatsızlık veriyordu. Sürekli araya bir şeyler giriyordu.

Annem yatağın kenarına oturdu ve elini alnıma koydu: "İyi, ateşin yok."

"Anne, üzgünüm." dedim bir anda.

"Ne için?" 

"Seni hayal kırıklığına uğratıyorum. Tam evlerine gelmeyi başarmıştım ki hastalandım ve hiçbir şey yapamadım."

Annem bana endişeyle baktı:

"Sarp, önemli olan bu değil. Senin sağlığın benim için her şeyden daha önemli. Daha vaktimiz var, merak etme. Kimse bulmadan o kristali bulacağız, söz veriyorum."

Bir sessizlik oldu, sonra ben konuştum:

"Anne... o kristalle ne yapmak istiyorsun?"

"Bunu daha önce de sordun Sarp ve yanıtlamadım." dedi annem ciddi bir şekilde.

"Anlamıyorum... neden söylemiyorsun?"

Annem bir süre sustu, sonra isteksizce yanıtladı:

"Çünkü beni vazgeçireceğini biliyorum."

Bir şey demek istedim, ama diyemedim.

"Bunu düşünmenin hiç sırası değil canım, sen iyileş yeter ki." dedi saçımı okşayarak.

Ardından kalktı: "Ben biraz viski içeceğim. Bir şeye ihtiyacın olursa çağır beni, tamam mı?"

"Tamam, ben de uyurum zaten. Keyfine bak." dedim ve annem içeri geçti.

POV: Luceat

Kendime bir bardak viski koydum ve otelin kocaman penceresinden gözüken manzara eşliğinde yudumladım. 

Şehir ışıklarını, arabaları, yıldızları izledim, ama aklım tek bir şeydeydi: Sarp.

O benim hayatımdaki en önemli varlıktı. Eğer kristali onun için istediğimi bilseydi buna asla izin vermezdi. Ama ben, başarısız bir anne olarak bu kristal sayesinde ona yeni bir hayat vermeye hazırdım.

Kristal herkese bir dilek dileme gücü veriyordu. Efsane buydu, ama gerçek olduğunu biliyordum.

Eğer onun mutlu bir ailede reenkarnasyon geçirmesi için dilek dileyeceğimi bilseydi...

Derin bir nefes alarak dışarıya baktım. Oğlum baba sevgisi olmadan büyüdü, telafi etmek için her şeyi yaptım, ama beceremedim. En son, bu oğlumu kullanmak anlamına gelse bile, bir sonraki hayatında daha mutlu olması için kendi ilkelerimden vazgeçtim.

O kristali bulacaktım. Ne olursa olsun... Nathan'ın sakladığından emindim. Çünkü ailelerimiz tanışıyordu ve ikimiz de özel klanlardan geliyorduk.

O kristal klanındandı, bense ateş...

Çocukluk arkadaşı sayılırdık. Çok samimi değildik ama özel davetlerde görüşürdük, kardeşi Valeria ve onunla bazen oyun oynardık. 

Nathan melezdi, annesi Anna Glaivere safkandı ve klan dışı biriyle evlenmişti. Bense safkan bir Egan klanı üyesiydim. 

Annesini erken ölümünden dolayı hiç tanıyamasam da her zaman saygı duymuştum çünkü klanın element gücünü korumak için akraba evliliği yapmayı reddetmişti. Benim annem de babam da kuzendi, bu beni her zaman tiksindirmişti. Aşık değillerdi, sadece klan soyunu devam ettirmek için evlenmişlerdi. Doğan kardeşim, Lucy ise bu yüzden zihinsel engelli olarak doğmuştu.

Kardeşimin bu halde olması onların suçuydu. Ben belki sağlıklıydım, ama o değildi. Kardeşimi o kadar çok severdim ki... Onun bu dünya için fazla masum olduğunu düşünürdüm. 

Ne yazık ki 20'li yaşlara gelemeden onu kaybettim. O zamanlar üniversite son sınıftım. Nathan ve Valeria da cenazeye katılmışlardı.

Orada, ritüelden sonra küçük bir konuşma geçmişti aramızda:

"Başınız sağ olsun." dedi ikisi de sırayla.

"Teşekkür ederim."

"Eminim Mortana onu çok sevdiği için erkenden yanına almıştır. Çok saf bir ruhtu." dedi Valeria.

"Öyleydi... hiçbir günahı yoktu." dedim.

"Klan geleneğinin son bulmasını isterdim ama ne yazık ki sürüyor. Olan doğan çocuklara oluyor." dedi Nathan.

Yarama basmıştı, ama belli etmemeye çalıştım.

"Öyle."

Valeria'nın suratı değişmişti. Sanki buna katılmakla katılmamak arasında kalmıştı.

"İkinci dereceden akraba olsa sıkıntı olmaz aslında." dedi yavaşça, sonra özür diledi: "Pardon, çok yersiz bir şekilde fikrimi belirttim. Litharius bu yüzden dilimi kesmeli."

"Lütfen çekinmeyin, rahat olabilirsiniz." dedim onlara. 

İkisi de gülümsedi.

"Teşekkürler, Luceat." dedi Valeria.

Gülümsedim, ardından konuyu dağıtmak için başka bir konu açtım.

"Nathan, bildiğim kadarıyla eşin hamileymiş. Hayırlı olsun."

Nathan bu konu açılınca heyecanlandı: "Teşekkür ederim, nereden öğrendin?"

"Klanlar arasında bilgi çabuk yayılır." dedim gülümseyerek.

"Doğru, haklısın." dedi, ardından sordum: "Cinsiyeti belli oldu mu?"

"Bir oğlumuz olacak. Adını Maxim koymayı planlıyoruz."

"Maxim... büyük ihtimalle çoğu kişi ona Max diye seslenecek."

Valeria güldü: "Ben de öyle dedim ama ikisi de dinlemiyor, ismi böyle kalsın diye inat ediyorlar."

"Kendi tercihleri, Valeria. Eminim bir sebebi vardır." dedim.

"Oğlumuz kendisine nasıl seslenilmesini istiyorsa öyle seslenirler." dedi Nathan.

"Seni heyecanlı gördüm. Senin gibi bir babaya sahip olduğu için çok şanslı. Oğlunu önemsiyorsun." dedim.

Nathan gülümsedi: "Teşekkürler Luceat. Senin de ileride çok iyi bir anne olacağından eminim."

"Evlilik veya çocuk düşünmüyorum, ama teşekkür ederim." dedim ben de gülümseyerek.

Gerçekten de, gençlik yıllarımda annemle babamın ilişkisi beni evlilikten o kadar itmişti ki, aşk veya çocuk konusunda hiçbir planım yoktu. Ama bu zaten planlayabileceğim bir şey değilmiş. 

Çok geçmeden Emir ile tanıştım. Lichterya'nın Velmira şehrine tatile gelmişti, ben de o sıralar Feloria'dan uzaklaşmak istemiştim ve uzun bir tatil planı yapmıştım.

Velmira şehri deniziyle ünlüydü. Sıcaklığı o kadar yerindeydi ki ne soğuktu ne de ılıktı. Hafif serindi ve tertemizdi. Suyun dibi görülürdü. Yüzmeyi pek sevmesem de burası yüzmeyi sevdiğim nadir yerlerdendi.

Akşamları gittiğim otelde açık büfe olurdu. Ben genelde yemekten sonra denizi izlemek için plaja giderdim ve bir şezlonga oturup düşünürdüm.

Yine bu şekilde denizi izlemeye gittiğimde bir adam gördüm: gençti ve benden muhtemelen yalnızca birkaç yaş büyüktü. Deniz manzarasını çekmekle uğraşıyordu.

Normalde karışmazdım bile ama çok merak etmiştim: 

"Fotoğraflar karanlık çıkmıyor mu?"

Adam şaşkınlıkla bana döndü, sonra güldü: "Özel bir lens kullanıyorum. Bunların diyaframı geniş oluyor."

"Ah, fotoğrafçılık hakkında hiçbir fikrim yok. Bilgisizliğimi bağışlayın."

Adam tekrardan güldü: "Sıkıntı yok, isterseniz size çektiklerimi gösterebilirim?"

Başımla onayladım: "Tabii, memnun olurum."

O gece, çektiği fotoğrafları bana gösterdikten sonra sohbet etmeye başladık. Adının Emir olduğunu o zaman öğrendim. Türkiye'de yaşıyordu ama Lichterian diline oldukça hakimdi. Konuştukça anladım ki fotoğrafçılık konusunda olmasa da başka konularda ortak noktamız çıktı.

Tatil boyunca ikimiz de aynı saatte deniz kıyısında buluşmaya başladık. O yine zaman zaman fotoğraflar çekti, ben de onu izledim.

Fotoğrafçılıkla ilgileniyordu. Bana fotoğrafçılığa nasıl başladığını saatlerce anlatırdı, ben de onu yüzümde bir gülümsemeyle dinlerdim. Dağınık saçları, ay ışığının vurduğu koyu kahverengi gözleri... Onu dinlerken ne kadar yakışıklı olduğunu düşünmeden edemiyordum.

Yine bir gece buluştuğumuzda biraz üzgündü. 

"Bu gece buradaki son günüm. Türkiye'ye dönmek zorundayım."

İçimi bir hüzün kapladı. Ne yapacağımı bilemedim.

"Ben..." dedim sadece.

Emir bana merakla baktı. Devamında ne diyeceğimi merak ediyordu belli ki.

"...bu gece son kez görüştüğümüz için üzgünüm."

"...son olmak zorunda mı?" diye mırıldandı. 

O sırada kalbim daha hızlı çarpmaya başladı. Bir cesaret geldi ve ona sordum:

"Değil. Bu durumda, sakıncası yoksa eğer, numaranı alabilir miyim?"

Emir bunu bekliyor gibiydi. Gülümsedi: "Eğer sen sormasaydın ben soracaktım."

"Kaç gecedir sürekli buraya gelip sohbet ediyoruz aslında, daha önce sormalıydık." dedim.

Yine o kibar gülüşüyle güldü: "Doğru."

Numaralarımızı değiştikten sonra sessizce ay ve denizi izlemeye başladık. Bu gece diyecek hiçbir şeyimiz yoktu, sadece anı yaşıyorduk.

"Luceat, bu ani olabilir ama... bu geçirdiğimiz kısa zamanda beni etkilemeyi başardın."

"Hangi konuda?" dedim ona dönerek.

O da bana döndü: "Senden hoşlanıyorum Luceat. Sen de aynı şeyi hissediyor musun?"

Şaşırdım kaldım. Böyle bir itirafı beklemiyordum, ama ben de ona birkaç günde bağlanmayı başarmıştım.

Utanarak güldüm: "B-ben... beklemiyordum, çok ani oldu..."

"Benim için de çok aniydi, ama hayatımda aradığım kişinin sen olduğunu hissediyorum. Lütfen... eğer bir şansımız varsa söyle."

Dilim tutulmuştu. Ne demem gerektiğini bilmiyordum. Böylesine yakışıklı bir adamı geri çevirmek olmazdı ki.

En son konuşabildim: "Ben de öyle hissediyorum."

Emir gülümsedi, bu sefer kocaman. Bana uzandı, yavaşça başımı ona doğru çevirdi, şaşkınlıkla baktım.

"Seni öpebilir miyim?" diye sordu.

Hâlâ şaşkındım, ama başımı hafifçe salladım.

...ve beni öptü. Hatta o gece daha fazlası yaşandı, sabah olduğunda utancımdan kendime çok kızmıştım. Ama pişman da değildim.

Onu gerçekten seviyordum.

Onun dediği gibi, buradan ayrıldığında iletişimi kesmedik. Uzun süre buluşmalara devam ettik, ben bir ara Türkiye'ye geldim ve birlikte çok fazla yer gezdik ve vakit geçirdik.

Meğerse Velmira'daki otelin sahibi de oymuş, ilk defa yurt dışına bir otel açma girişimleri olmuş ve bu çok fazla yatırım ve risk gerektirse de tutturmuşlar.

Emir ve ailesinin bir otel zinciri vardı, oldukça zengin bir aileydi. Ama bunun benim için bir önemi yoktu, ben de zengin ve nüfuzlu bir aileden geliyordum ama hiçbir zaman faydasını göremedim. Onu sadece Emir olduğu için seviyordum.

Ama o, beni ben olduğum için sevmemişti.

Çok geçmeden hamile olduğumu öğrendiğimde, beni sert bir şekilde reddetti.

"Luceat... ben... hazır değilim."

"Ne?" dedim şaşkınlık ve hayal kırıklığıyla karışık bir şekilde.

"Daha evlenmedik, bir düzen kurmadık. Nasıl çocuk büyütebiliriz?"

"Emir, ne diyorsun? Ben tek başıma mı yaptım bu çocuğu?"

Sesim oldukça kısık çıkıyordu. Hala şoktaydım.

"Hayır, öyle demek istemedim, sadece..."

O sırada tekrardan hatırladım, bana birkaç haftadır soğuk davranıyordu.

Birden tüm sinirlerim bozuldu ve bağırmaya başladım:

"Emir, doğruyu söyle! Bana birkaç haftadır soğuk davrandığın yetmiyormuş gibi şimdi bir de böyle diyorsun... Ne değişti?"

Emir bir süre sustu, sonra konuştu:

"Ailem... bir Lichteryalı ile birlikte olmamı onaylamıyor." 

O sırada son kalan sabrımı da kaybettim: "Direnmedin mi hiç?"

"Direndim, ama laf anlatamadım. Üzgünüm, daha fazla devam edemeyiz."

"Emir, yeter!" diye bağırdım ve masaya vurdum.

Bir kafedeydik, herkes bize baktı. Ama umurumda değildi.

"Luceat, sakin ol, herkes bize bakıyor-"

"Senin için ben buraya kadar geldim, senin için her şeyi göze aldım ve her şeye rağmen bu çocuğu doğurmaya hazırım, ama sen bana gelmiş, ailenin karşısında dimdik duramayacağını mı söylüyorsun?"

"Luceat, lütfen-"

"Sus! Tek bir kelime bile etme." dedim gözümde yaşlarla.

"Sus, yoksa burada seni öldürürüm. Ben tüm bu fedakarlıkları gerektiğinde ailesini karşısına alamayacak bir adam için yaptığıma inanamıyorum."

"O kadar kolay değil-"

"Peki ya benim için? Hamile olduğumu öğreniyorum ve sevgilim ne diyor? 'Hazır değilim.' "

"Luceat, çocuğu aldıramaz mısın?"

Ben kadar öfkeliyken düşündüğü şey, beni daha da delirtti:

"Ne!?"

"Bak, ilişkimiz boyunca çok mutlu oldum ancak artık devam etmiyor. Zorlamayalım. Çocuğu da aldıralım. O sırada yanında olacağım, tamam mı?"

"Hayır!" diye bağırdım. "Böyle bir şeyi benden isteme! Bittiyse bitti, tamam, ama çocuğu ben kendim büyütürüm."

"Luceat, bana nasıl bir yük yüklediğinin farkında mısın?"

"Ne yükü, pardon? Beni hamile bıraktın, şimdi yükten mi bahsediyorsun? Çocuğu taşıyacak olan sen misin ayrıca?"

Çantamı masadan aldım ve kalktım: "Daha fazla rezil olmaya gerek yok. Ben gidiyorum, hoşça kal."

Böylece Emir ile ilişkimiz sonlandı.

Ama çocuğunu dünyaya getirme fikrinden tek bir gün bile vazgeçmedim. 

Kariyerim için çok zordu, çünkü askeri bir okuldan mezundum. Ama Sarp'ın doğumundan sonra o bana güç verdi ve bir süre sonra çalışmaya başladım. Akademik kısımda kariyer yaptım ve hırsım her şeyin üstesinden geldi, hızlı bir şekilde yükseldim: 44 yaşında rektör oldum.

Sarp'ın her zaman yanında olamadım çünkü çalışmam gerekiyordu. Bazen nöbetlere kalmam gerekiyordu, ama onu hiçbir zaman terk etmedim. O benim her şeyimdi.

İsmine gelince... ona Türkçe bir isim koydum.

Belki Emir'in etkisinden hâlâ çıkamamıştım, belki de en azından bu, babasından bir parça olarak ona kalsın istemiştim ama...

Sarp, geçilmesi zor kayalık yollar için kullanılırmış. Ben de ona sahip olmak için zor yollardan geçmiştim: babasına karşı gelip nefret ettiğim ailemin desteğini almak zorunda kalmıştım.

Ama o kayalık yolları geçtiğinde, her şey çok güzeldi: dünya tatlısı bir oğlum olmuştu.

Emir yine de çocuğunu kabul etmedi. Birçok kez girişimim olsa da, kucağımda Sarp ile gelmiş olsam bile yüzümüze bile bakmadan bizi reddetti. Yaklaşık bir yıl sonra da Türk bir kadınla evlendiğini duydum. Bu, Aylin'di.

Çok yazıktı, o kadın da Emir ile mutlu olamamıştı. Ama şaşırtıcı bir şekilde Can'a babalık yapmıştı.

Hayatıma dengesiz bir insanın girmesine izin vermiştim, aşka kapılıp hatalar yapmıştım, ama tek pişmanlığım Sarp'a kafamdaki hayatı verememekti.

İşte sırf bu yüzden, kristalin herkes için tek bir dilek hakkı olduğu için, ben o tek dilek hakkımı ona daha iyi bir hayat verebilmek için kullanacaktım.

Kristali bulmak için yeterli gücüm vardı, öyleyse neden kullanmayaydım?

Tüm bu düşüncelere dalmışken bir telefon geldi. Yavaşça masaya yöneldim ve telefonu aldım: telefon Dawn'dandı.

"Alo, Luceat abla, nasılsın?"

Birden tüm sinirlerim bozuldu ve ağlamaya başladım. Öyle ki Dawn endişelendi, Sarp ise odasından çıkıp yanıma geldi.

"Luceat abla, ne oldu? İyi misin?"

"Anne, ne oldu? Neden ağlıyorsun? Kimle konuşuyorsun?"

"Ben seni sonra arayayım mı, canım?" dedim.

"T-tabii, ama lütfen haber edin, merak ederim."

"Tamam." dedim ve telefonu kapattım.

Telefonu koltuğun üstüne koydum, ağlamaya devam ettim.

"Anne... kimdi o? Sana bir şey mi söyledi?"

"Hayır, hayır. Arayan Dawn'dı. Hani şu yardım ettiğim bir kız vardı." dedim gözyaşlarımı silerek. Sarp, Dawn hakkındaki gerçeği bilmiyordu. Bilmesine de gerek yoktu. Yeterince onu bu işin içine sürüklemiştim, daha fazla sürükleyemezdim.

"Anladım ama neden ağlıyorsun?" dedi Sarp, endişeli bir şekilde.

Gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim: "Duygulandım sadece. Sıkıntı yok canım."

"Dur, peçete getireyim." dedi Sarp ve birkaç saniyeliğine de olsa yine kendi başıma kaldım.

More Chapters